(Önceki yazımızdan devamla)
“Bu senenin nihayetinde Harb-i Umumi ilan olundu. Vaki olan müracaat ve talebim üzerine Tekirdağ’ında henüz teşkil edilen on dokuzuncu fırkaya kumandan oldum. Arı Burnu’nda, Anafartalar’da bulundum. İngilizler çekilip gittikten sonra bir ay Edirne’de on altıncı kolorduyla kaldım. Sonra kolordu kumandanı olarak Diyarbakır ve havalisine gittim. Orada yaptığımız mühim muharebelerden biri Bitlis ve Muş’un Ruslardan istirdadıdır.
Harbin son safhasında bazı fikirlerim kabul edilmeyince kumandayı da red ile İstanbul’a döndüm.
O sıralardaydı. Veliahd ile bir Alman karargâh-ı umumisine gittik ve Alman garp cephesinin bazı aksamını gördük. Bu müşahedatımdan Hindenburg ve Ludendorf ile mülakatlarımdan sonra mutalebat-ı sabıkamdaki (eski isteklerimdeki) isabete daha ziyade kani oldum.
O zaman hasıl ettiğim son kanaat harb-i umumiye dahil bulunduğu ilk anda söylemiş olduğum fikrim aynı olarak tecelli etti (meydana çıktı).
Bu seyahatten hasta olarak İstanbul’a geldim. İstanbul’da bir ay tedavi gördükten sonra tedavi maksadıyla Viyana’ya gittim. Orada sanatoryumda bir ay yattım. Bir müddette Karlsbad’da kaldım.
Diğer taraftan Sina cephesinde benim vaktiyle raporlarda tafsil ettiğim (iyice açıkladığım) fecayi aynen vaki oldu.
Bunun üzerine Falkenhayn Almanya’ya çağırıldı. Yerine Liman Von Sanders memur edildi. Birkaç gün sonra iki Alman generalinin yanında huzura çağırıldım. Maksadın beni tekrar yedinci orduya göndermek olduğunu öğrenmiş bulunduğum için yalnızca kabul edilmek arzusunu izhar ettim (belirttim). İlk şekl-i davette israr gösterildi ve bana yedinci orduya kumandan tayin edildiğimden bahisle nev’ama (sadece) ifa edeceğim hidemata (hizmetlere) dair talimat verildi. Bu talimat bana tevdi edilen vazife ve selahiyetle gayr-i kabil-i icra (yapılamazdı). Ancak bunu anlatmaya da imkân yoktu. Binnetice vaktiyle istifa etmiş olduğum yedinci ordu kumandanlığına tekrar başlamak üzere Nablus’a gittim.
Aynı sıralarda mütareke imza edilmişti. Daha Halep’teyken derhal kabineyi tebdil etmek (değiştirmek) ve isimlerini serahaten (açıkça) söylediğim zevattan (kişilerden) mürekkep bir kabine geçirmek lüzumunu ve aynı zamanda benim İstanbul’a celbim faydalı olacağını açıktan açığa İstanbul’a bildirmiştim. Vakıa kabine tebeddül etti fakat benim İstanbul’a celbime lüzum görülmedi. Nihayet bu kabine de düştükten sonra İstanbul’a gittim.
İstanbul’a muvasalatımda (varışımda) benim nazarımda vaziyet şuydu: Meclis-i Mebusan nasıl hareket etmek lazım geleceğinde mütereddit (kararsız) bulunuyordu.
Yeni sukut etmiş (düşmüş) zevatla ve mebuslarla ayrı ayrı görüştüm. O zaman düşündüğüm şey, her ciheti tatmin ederek müdafaa-i memleket için kuvvetli bir vaziyet ihdas olunabileceği merkezindeydi. Fakat bu düşünce üzerinde lüzumu kadar çalışmaya vakit kalmadan meclisin feshine şahit olduk.
İstanbul erbab-ı hamiyetince (hamiyetli kimselerinden) muhtelif namlar altında programlar ve fırkalar teşkil olunmak suretiyle çare-i halas (kurtuluş yolu) aranmaktaydı. Bunların her birini ayrı ayrı tetkik ettim. Hiçbiri bir kuvve-i teyidiyeye (inandırıcı kuvvete) istinat etmiyordu. Binaenaleyh hiçbiriyle teşrik-i mesaiden (iş birliğinden) bir netice beklemedim. Kuvve-i teyidiyenin doğrudan doğruya millet olacağı kanaati bende pek kuvvetliydi.
İstanbul’da cereyan eden ahvalden, yapılan teşebbüslerden, bilhassa vaziyetin vehamet (ağırlık) ve fecaatinden milletin haberi yoktu. İstanbul’da oturup milleti haberdar etmek imkânı da kalmamıştı. Binaenaleyh yapılacak şeyin İstanbul’dan çıkıp milletin içine girmek ve orada çalışmak olduğuna karar verdim. Bunun suret-i icrasını (uygulama şeklini) düşündüğüm ve bazı arkadaşlarla müzakere ettiğim sırdaydı ki hükümet beni ordu müfettişi olarak Anadolu’ya göndermeyi teklif etti.
Bu teklifi derhal maalmemnuniye (sevinçle) kabul ettim ve tam Yunanlıların İzmir’e girdikleri günüydü ki İstanbul’dan ayrıldım.
Benim düşündüğüm şuydu: Her tarafta muhtelif namlar altında birtakım teşekküller başlamıştı. Bunları aynı program ve aynı nam altında birleştirerek bütün milleti alakadar kılmak lazımdı. Anadolu’ya girdiğim zaman, daha ordu müfettişi sıfat ve selahiyeti üzerimdeyken, bu noktadan işe başladım ve bu maksat az zamanda hâsıl oldu.
Takip ettiğim tarz-ı mesai (çalışma tarzı) İstanbul’da malum olunca beni İstanbul’a celbetmek istediler. Gitmedim. Binnetice istifa ettim.
Bir ferd-i millet sıfatıyla Erzurum kongresine iştirak ettim. Erzurum kongresinde tespit edilen esasları bütün memlekete teşmil (yayma) maksadıyla Sivas’ta da bir kongre aktolundu. Bu kongrelerin tevlit ettiği heyet-i temsiliye namındaki heyetle kongrelerin esasatını takip ettik.
Mebusanın (milletvekillerinin) tekrar intihabı ve meclisin İstanbul’da küşadı temin olunmuşsa da meclisin düçar-ı tecavüz (saldırıya uğramış) olması üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisini vücuda getirmeye teşebbüs olunmuş ve bu suretle 23 Nisan tarihinde bu meclis toplanıp işe başlamıştı. Teşkilat-ı esasiye kanununda mevcut olup mezkûr kanununun ruhunu ifade eden ve ilk projede zıkrolunan prensiplerin menşeine gelince, esasen öteden beri hakimiyet-i Milliyenin en iyi temsili mümkün olacağına dair nazari olarak bazı tetkikat ve tetebbua-ı nazariyeden benim çıkarabildiğim netice şuydu: Hakimiyet-i Milliyenin tamamiyle mütecelli olması (meydana çıkması), bunun sahib-i aslisi (asıl sahibi) olan bütün insanların bir araya gelip, bunu bilfiil istimal etmesiyle (kullanmasıyla) mümkündür. Fakat bütün Türkiye ahalisinin toplanması suretiyle bu maksadın teminine amali bir çare olsa olsa bunların sahib-i selahiyet vekillerinin bir araya gelip bir işi yapması olabilirdi. Hakimiyet-i Milliyemizin bir zat veya eşhas-ı mahdut (sınırlı) kabine gibi bir heyet tarafından temsil edilmesi yüzünden memleketi ve milleti istibdattan kurtaramadığımızı vakayi-i tarihiyeyle (tarihi olaylarla) müsbit (ispat edilmiş) olduğundan herhalde bu hakkı temsili mümkün olduğu kadar çok insanlardan mürekkep ve müddet-i vekaleti az bir heyete temsil ve tecelli ettirmek bence yegâne çareydi. Memleket dahilinde ve millet içinde evvel ve ahır (sonra) yapmış olduğum tetkikat ve tettebbuat da bana bu fikrin kabiliyet-i icraiyesinde büyük imkânlar ve isabetler olduğu kanaatini vermişti. Herhalde halkımızı idareyle yakından alâkadar etmek yani idareyi doğrudan doğruya halkın eline verebilecek bir tarz-ı idareyi tesis etmek hem hakimiyet-i milliyenin hakiki olarak temsili ve hem de bu sayede halkın benliğini anlaması itibariyle elzemdi (çok lüzumluydu).
İşte bu düşüncelerin, bu tetkiklerin ilhamı olarak proje yapılmıştı.
Misakı milli sulh akdetmek için en makul ve asgari (en az) şeraitimizi (şartlarımızı) ihtiva eder bir programdır. Sulha vasıl olmak için temerküz ettireceğimiz (toplayacağımız) esasatı ihtiva eder. Fakat memleket ve milleti kurtarmak için sulh yapmak kâfi değildir. Milletin halas-ı hakikisi (gerçek kurtuluşu) için yapılacak mesai ondan sonra başlayacaktır. Sulhtan sonraki mesaide muaffak olabilmek milletin istiklalinin mahfuziyetine (korunmasına) vabestedir (bağlıdır). Misak-ı millinin hedefi onu temindir. Memleket ve milletin atisinden (geleceğinden) asılemin olabilmesi, bir defa halkçılık esasına istinat eden teşkilat-ı idariyesinin teşmil ve taavuz ettirilmesi ve tatbik olunmasıyla beraber ahval-ı iktisadiyemizin (ekonomik durumumuzun) refah-ı milletimizi (milli refahımızı) temin edecek tarzda ihlas ve ihyasına (canlandırılmasına) vabestedir.
Bu hakayıkı, akide-i milliye tanıyarak muhafaza edebilecek bir heyet-i içtimaiye olabilmemiz için de muarifimizi tamamen ameli ve ihtiyacat-ı hakimiyemize muafık bir program dairesinde ihya etmek lazımdır. Bu noktalarda muvaffakiyet sayesinde memleket imar edilebilecek ve millet zenginleştirilebilecektir.
Ufak bir program kadrosu söylemek lazım gelirse, teşkilat baştan nihayete kadar halk teşkilatı olacaktır. İdare-i umumiyeyi halkın eline vereceğiz. Bu heyet-i içtimaiyede sahib-i hak olmak, herkesin sahib-i say (çalışma sahibi) olmak için çalışacaktır.
İslah olunacak şeyler, iktisadiyat ve maariftir. Bu sayede memleket imar edilecek, millet refah sahibi olacaktır.
Benim bütün tertibat ve icraatta düstur-u hareket ittihaz ettiğim bir şey vardır. O da vücuda getirilen teşkilat ve tesisatın şahısla değil, hakikatle kaabil-i idame (sürekli) olduğudur. Binaenaleyh herhangi bir program, filanın programı olarak değil, fakat ihtiyac-ı millet ve memlekete cevap verecek efkarı (düşünceleri) ve tedabiri (tedbirleri) ihtiva etmesi itibariyle haiz-i kıymet ve itibar olabilir.
Misak-ı milli dairesinde temin-i mevcudiyet ettikten sonra gürültü çıkarıp fesatçılık edecek ve tevsi-i arazi fikrinde bulunacak adamlar ortaya çıkamaz. Bence buna imkân yoktur.”
AHMET EMİN (Yalman) (Vakit’ten 10 Ocak 1922)
Sağlıcakla,