DOLAR 32,3211 0.11%
EURO 34,9043 0.23%
ALTIN 2.394,630,07
BIST 10.247,75-0,86%
BITCOIN 1975872-1,85%
Edirne
19°

KAPALI

04:09

İMSAK'A KALAN SÜRE

165 okunma

KONUKLARINIZIN SESİ 342

ABONE OL
27 Şubat 2024 12:22
1

BEĞENDİM

ABONE OL

          Mutluluk irdelemesinde Atatürk’ün yaşamı da özgün bir örnek oluşturuyor.

          Atatürk yaşam öyküsünü yazmamış. Nutuk, Atatürk’ün politik olayları anlatısı, açıklaması, çözümlemesi. Burada Atatürk’ün bireysel yaşamı yok. Özeti (sayfa 11 de).

           “…Üç nevi karar ortaya atılmıştı:

          Birincisi İngiltere himayesini talep etmek.

         İkincisi Amerikan mandasını talep etmek.

Bu iki nevi karar sahipleri, Osmanlı devletinin bir kül halinde muhafazasını düşünenlerdir. Osmanlı memalikinin muhtelif devletler beyninde taksiminden ise kül halinde, bir devletin tahtı himayesinde bulundurmayı tercih edenlerdir.

          Üçüncü karar: Mahalli halas çarelerine matuftur.

          …O halde ciddi ve hakiki karar ne olabilirdi?

         Efendiler, bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da hakimiyeti milliyeye müstenit, bilakaydüşart müstakil yeni bir Türk devleti tahsis etmek!

          Ayrıca anımsatmak isteriz ki Nutuk, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde değil, Cumhuriyet Halk Partisinin 15~30 Ekim 1927’deki ikinci kurultayında okunuyor ve gelecek için bir uyarı niteliği taşıyor. Bu nedenle de Türk Gençliğine Hitabesi ile bitiyor.

           Nutuk’a kısaca değindik. Çünkü yazımızdaki amacımız Atatürk’ü bir asker, bir komutan, bir devlet adamı olarak değil bir birey, bir insan olarak anlatmak.

           Atatürk yaşam öyküsünü yazmamış; acaba anlatmış mı? Önce “Atatürk kendini anlatıyor” diye bir kitap bulduk. Ama yazarı İlhan Akşit 1940 doğumlu; yani kitap bir derleme, vazgeçtik. Tek bulabildiğimiz, Mustafa Kemal’in Ahmet Emin’e verdiği mülakat (Vakit gazetesi-10 Ocak 1922). Oradan alıntılar yapalım.

             “Çocukluğuma dair ilk hatırladığım şey, mektebe gitme meselesine aittir. Bundan dolayı annemle babam arasında şiddetli bir mücadele vardı. Annem, ilahilerle mektebe başlamamı ve mahalle mektebine gitmemi istiyordu. Rüsumatta (gümrükte) memur olan babam, o zaman yeni açılan Şemsi efendinin mektebine devam etmeme ve yeni usul üzerine okumama taraftardı.

         Nihayet babam işi mahirane bir surette halletti. Evvela merasim-i mutade (alışılmış tören) ile mahalle mektebine başladım. Bu suretle annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle mektebinden çıktım. Şemsi efendinin mektebine kaydedildim.    

        Az zaman sonra babam vefat etti. Annemle beraber dayımın nezdine yerleştik. Dayım köy hayatı geçiriyordu. Ben de bu hayata karıştım. Bana vazifeler veriyor, ben de bunları yapıyordum. Başlıca vazife tarla bekçiliğiydi. Kardeşimle beraber bakla tarlasının ortasındaki bir kulübede oturduğumuz ve kargaları kovmakla uğraştığımızı unutamam. Çiftlik hayatının diğer işlerine de karışıyordum. Böylece biraz vakit geçince annem mektepsiz kaldığım için endişe etmeye başladı. Nihayet Selanik’te bulunan teyzemin evine gitmeme ve mektebe devam etmeme karar verildi. Selanik Mülkiye idadisine kaydoldum. Mektepte Kaymak Hafız isminde bir hoca vardı. Bir gün sınıfımızda ders verirken diğer bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Hoca beni yakaladı. Çok dövdü. Bütün vücudum kan içinde kaldı. Büyük validem zaten mektepte okumama aleyhtardı. beni derhal mektepten çıkardı.

         Komşumuzda Binbaşı Kadri Bey isminde bir zat oturuyordu. Oğlu Ahmet Bey askeri rüştiyesine devam ediyor ve mektep elbisesi giyiyordu. Onu gördükçe ben de böyle elbise giymeye hevesleniyordum. Sonra sokaklarda zabitler görüyordum. Bu dereceye vasıl olmak için takip edilmesi lazım yolun askeri rüştiyesine girmek olduğunu anlıyordum.

         O sırada annem Selanik’e gelmişti. Askeri rüştiyesine gitmek istediğimi söyledim. Valide askerlikten müfehaşiydi (ürkmüştü.) Asker olmama şiddetle mümanaat ediyordu (karşı koyuyordu). Kabul imtihanı zamanı ona sezdirmeden kendi kendime askeri rüştiyesine giderek imtihan verdim. Böylece valideye karşı bir emrivaki ihdas edilmiş oldu.

        Rüştiyede en çok riyaziyeye merak sardım. Az zamanda bize bu dersi veren hoca kadar, belki de daha ziyade malumat sahibi oldum. Derslerin fevkinde meselelerle iştigal ediyordum. Tahriri sualler yazıyordum. Riyaziye muallimi de tahriren cevap veriyordu.

        Hocamın adı Mustafa’ydı. Bir gün bana dedi ki: “Oğlum senin de ismin Mustafa, benim de. Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı. Bundan sonra adın Mustafa Kemal olsun.” O zamandan beri ismim filhakika Mustafa Kemal kaldı.

        Askeri rüştiyesini ikmal ettiğim zaman merakım epeyce ileri gitmişti. Manastır askeri idadisinde riyaziye pek kolay geldi. Bununla meşgul olmaya devam ettim. Fakat Fransızcada geriydim. Muallim benimle çok meşgul olmuyor, acı ihtarlarda bulunuyordu. Bu ihtarlar benim pek gücüme gitti. İlk sıla zamanında çare aradım. İki-üç ay gizlice Frerler mektebinin hususi sınıfına devam ettim. Böylece mektep derslerine nispetle fazla derecede Fransızca öğrendim. 

        O zamana kadar edebiyatla çok temasım yoktu. Merhum Ömer Naci Bursa’dan kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğuna o zaman muttali oldum (öğrendim). Ona çalışmaya başladım. Şiir bana cazip göründü. Fakat kitabet hocası diye yeni gelen bir zat, beni şiirle iştigalden menetti. “Bu tarz işgal seni asker olmaktan uzaklaştırır” dedi. Maahaza (bununla beraber) güzel yazmak hevesi bende baki kaldı.

       İdadideyken muannidane (inatla) bir surette çalışıyorduk. Sınıfta birinci, ikinci olmak için hepimizde şiddetli bir gayret vardı. Nihayet idadiyi bitirdim. Harbiyeye geçtim. Burada da riyaziye merakı devam ediyordu. Birinci sınıfta saf gençlik hayallerine tutuldum. Dersleri ihmal ettim. Senenin nasıl geçtiğinin hiç farkında olmadım. Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım.

        İkinci sınıfa geçtikten sonra askerlik derslerine merak sardırdım. Şiir yazmak hakkında idadi hocasının vazettiği memnuiyeti (yasaklamayı) unutmuyordum. Fakat güzel söylemek ve yazmak hevesi bakiydi (sürüyordu). Teneffüs zamanlarında kitabet talimleri yapıyorduk. Saati ellerimize alıyor, bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim diye müsabaka ve münakaşalar tertip ediyorduk.

         Harbiye senelerinde siyaset fikirleri baş gösterdi. Vaziyet hakkında henüz nafiz (içe işleyen) bir nazar hasıl edemiyorduk. Sultan Hamit devriydi. Namık Kemal Bey’in kitaplarını okuyorduk. Takibat sıkıydı. Ekseriyetle ancak koğuşta yattıktan sonra okumak imkanını buluyorduk. Bu gibi vatanperverane eserleri okuyanlara karşı takibat yapılması, işlerin içinde bir berbatlık bulunduğunu ihsas ediyordu (sezdiriyordu). Fakat bunun mahiyeti gözlerimiz önünde tamamiyle tebellür etmiyordu (belirmiyordu).

          Erkan-ı harp sınıflarına geçtik. Mutad olan derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların fevkinde olarak bende ve bazı arkadaşlarda yeni fikirler peyda oldu.

          Memleketin idaresinde ve siyasetinde fenalıklar olduğunu keşfetmeye başladık.,

         Binlerce kişiden ibaret olan harbiye talebesine bu keşfimizi anlatmak hevesine düştük. Mektep talebesi arasında okunmak üzere mektepte el yazısıyla gazete tesis ettik.

        Sınıf dahilinde ufak teşkilatımız vardı. Ben heyet-i idareye dahildim. Gazetenin yazılarını ekseriyetle ben yazıyordum.

        O zaman mekatip (okullar) müfettişi İsmail Paşa vardı. Bu harekatımızı keşfetmiş. Takip ettiriyormuş. Mektebin müdürü Rıza Paşa isminde bir zattı. Bu zat padişah nezdinde İsmail Paşa tarafından tahtie edilmiş (hatalı görülmüş). “Mektepte böyle talebe var ya, farkında olmuyor ya müsamaha ediyor” denilmiş. Rıza Paşa mevkiini muhafaza için inkâr etmiş.

        Bir gün gazetenin icabeden yazılarından birini yazmakla meşguldük. Baytar derslerinden birine girmiş, kapıyı kapatmıştık. Kapı arkasında birkaç nöbetçi duruyordu. Rıza Paşa’ya haber vermişler. Sınıfı bastı. Yazılar masa üstünde ve ön tarafta duruyordu. Görmemezliğe geldi. Ancak dersten başka şeylerle iştigal vesilesiyle tevkifimizi emretti. Çıkarken “yalnız izinsizle iktifa okunabilir” dedi. Sonra hiçbir ceza tatbikinde lüzum olmadığını söylemiş. Böylece hareket etmesinde kendine atfedilen kusuru meydana çıkarmamak gayretinin dahili olmakla beraber hüsn-i niyeti de inkâr edilemezdi.

        Erkan-ı harbiye sınıflarının nihayetine kadar bu işlere devam ettik. Yüzbaşı olarak mektepten çıktıktan sonra İstanbul’da geçireceğimiz müddet zarfında bu işlerle daha iyi iştigal için bir arkadaş namına bir apartman tuttuk. Ara sıra toplanıyorduk. Bu hareketlerimizin hepsi takip olunuyor ve biliniyordu.

         Bir sonraki yazımızda devam edelim.

                                                                                                                                  Sağlıcakla,

    En az 10 karakter gerekli


    HIZLI YORUM YAP

    SON DAKİKA HABERLERİ