03 Temmuz 2025 Perşembe
Hasbihâl etme; karşılıklı konuşma, sohbet, dertleşme demektir. Yazılı kültürümüz az olduğundan genellikle konuşuruz her şeyimizi. Bu nedenle de birçok sözcük veya tamlama aynı anlamı içermektedir. Hasbihâl etmeye muhabbet etme de denir.
Ali Ekber Çiçek’in türküsünde dediği gibi; “Gönül gel seninle muhabbet edelim”. Ozan her ne kadar gönlü ile muhabbet etmek istese de muhabbet etme dostlarla olur. Aynı anlama gelen “yarenlik etme” de vardır. O da aynı; ahbapça, dostça söyleşme. İster hasbihâl ister muhabbet ister yarenlik olsun hepsi dertleşme anlamını içermektedir. Dertleşme de kişilerin sorunlarını,sıkıntılarını birbirine anlatmasıdır.
Sahi biz neden hayal kurmayız da dertleşiriz? Çünkü derdimiz çok. Bitmiyor mübarek. Hep dert, hep dert. Levent Kırca’nın bir skecinde dediği gibi; ‘Dedem hep çukurlara düşe düşe büyümüş. Babam da öyle ve ben de aynıyım. Hep çukurlara düşe çıka büyüdüm. Oğlum da öyle büyüdü ve şimdi torunum düşüp çıkıyor çukurlardan. Yahu bu memlekette çukuru olmayan yerleşim yeri yok mu be?’
Çukurlara alıştık. Başka? Enflasyona, paranın pul olmasına bak. O da çukur gibi hep dert oldu. Siyasetçilere bakalım; her gelen bir öncekini aratıyor.N’oluyoruz be? Bu topraklardan ne değerli insanlar geldi geçti. Dünyaya örnek oldu. Bir kesim bunları göremedi çünkü hepsi iktidarlar tarafından düşmanlaştırıldı. Ya görenler ne yaptık?
Neyse terbiyemizi bozmadan havadan sudan dertleşelim. Malum havalar çok sıcak. Geceleri biraz serinliyor hava ve Meriç kıyılarına uğrayalım desek sinek saldırısı var. Evlerde klima veya benzeri serinleticilerle oyalanan da var. Bu günlerde en çok satılan ev eşyasının serinleticiler olduğunu bir satıcı söylemişti. Çaresizlik.
Havadan bahsedince sudan da bahsetmek gerek. Konuşan birkaç dostu görünce sorarız; “Ne konuşuyorsunuz?” Yanıt kalıplaşmış cümledir; “Hiiiç, havadan sudan”. Oysa bu devirde havadan-sudan konuşmak kadar önemli bir konu olmamalıdır. İnsanın kendi kendine yaptığı birçok kötülük bir yana hava ve suyu kirletmesi en tehlikelisi olmalı. İklim krizini üreterek(!) doğal dengeyi bozan bizler sudan para kazanmayı epeydir ticari kâr hanemize kattık! Yakında havayı da pazarlarsak şaşırmayalım!
İnanılmaz iletişim-bilişim teknolojisi sayesinde her şeyi her an cebimizde taşıyan insan denen biz mahlukatlar olarak geleceğimize dair hasbihâl etmiyoruz demiyorum. Ediyoruz, dertleşiyoruz da samimiyetle söylersek; dert etmiyoruz. Örneğin su bitiyor dese biri; ‘O kadar da olmaz be yaaa!’der hareket etmeyiz. Çünkü 5N1K sorularına yanıt aramayız.
Açıldı ya konular, daha da açalım. Dertlerimizi Anadolu ve Rumeli topraklarına yaysak inanın almaz. Oysa dünyanın en değerli coğrafyasında en değerli kültürlerin beşiğindeyiz. Ahmet Arif demesiyle; “Beşikler vermişim Nuh’a / Salıncaklar, hamaklar, / Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır, /Anadolu’yum ben, / Tanıyor musun?”. Maalesef coğrafyamızı da, kültürümüz de tanımıyoruz.
Hem sarayın hem halkın dilini birleştirebilen nadir Osmanlı şairi Fuzuli; “Dert çok hemdert yok” demiş ya biz de söyleriz hasbihâl ederken. “Hemdert” dediği dert ortağı yok anlamında. Bu yalan sistemi koruyanlar bizlerin dert ortağı olarak buluşmamıza bile karışırlar. 12 Eylül günlerinde üç kişi bir olunca örgüt denip tutuklanıyordu. Şimdi daha kötüye geldik sanırım. 12 Eylülcülerin emperyalist efendileri ile ektiği rüzgâr bugün büyüdü büyüdü ve fırtına olarak hepimizi dağıtmaya çalışmaktadır. Yarına durulmazsa sonumuz felakete gidebilir.
Bizler Fuzuli gibi umutsuz olmadık, olmayacağız elbette. Biz Anadolu’yuz. Nazım Hikmet anlatır bizi; ‘Onlar ki toprakta karınca, /suda balık, / havada kuş kadar / çokturlar;/korkak, / cesur, / cahil, / hakîm/ ve çocukturlar / ve kahreden / yaratan ki onlardır, / destanımızda yalnız onların maceraları vardır.’
Hasbihâlimiz, yarenliğimiz, muhabbetimiz,dertleşmemiz; ne dersek diyelim bu karamsarlıkları aşmak için önemlidir.Sık sık yapalım bunları ve en çok da havadan sudan, barıştan, evrensel bilimden konuşalım. Toplum ve doğa düşmanlarını, Sivas gerici katliamlarını birbirimize anımsatalım. Dünyada saygın insanlarımızdan ve dünyanın saygın insanlarından söz edelim. Söz etmek yetmez, yetmemeli. Fikir eyleme geçmezse raftaki kitap gibidir. Kitabı değerli kılan okuyanı harekete geçirmesidir.Dertleşme de öyle; her dertleşme yalnız olmadığımızı anımsamak ve egemenlere anımsatmak olmalıdır.
Edirne Belediyesi Meclisi’nin 4 Şubat 2025’te oy birliği ile kabul ettiği ve kamuoyunda büyük tartışmalara yol açan, Maliye Hazinesi’ne ait bazı parsellerin “Özel Yurt Alanı” ve “Ticaret ve Konut Alanı” olarak imar planı değişiklikleri oldu.
Kentin duyarlı kişi ve kurumları buna itiraz ettik. Bereket avukatlık ücreti vermiyoruz ama dava açma ücreti, harç-pul gibi masraflar derken 15-20 bin lira gitti bile. Devamında keşif ve bilirkişi gereği görüldü. Üç davanın masrafına 105 bin daha eklendi. Yarın daha ne olacağı da belirsiz.
Bu örneğe benzer durumları araştırdım. Ergene kirleniyor dedik. Toplantılar, etkinlikler, eylemler yaptık. Siyasiler proje üstüne proje vaat ettiler. Her seçim öncesinde masmavi Ergene dediler. Olmadı. Sonunda Tekirdağ Ergene Derin Deşarj A.Ş.’nin projesi uygulandı ve temizlendi denen Ergene suyu yatağına değil de Marmara Denizi’ne derin deşarj ile akıtıldı. Bu süreçte 18 kişi, çevreye, topluma, geleceğe olan sorumluluk duygusuyla dava açtı. Bugüne kadar 150 bin liraya yakın masraf ettiler. Ve en zor engel geldi karşılarına; bir buçuk milyon.
Bayraklı’daki ormanlık alanla ilgili aldığı sınır kararına karşı açılan davada 180 bin TL’lik bilirkişi ücreti istendi. Rize’de HES’e karşı açtığı davada bilirkişi ücretlerini ödemek için ineğini satan Kazım Delal, Amasya’da yine HES’e karşı verdiği mücadelede mahkeme masraflarını ödemek için koyunlarını satan Durmuş Ergül’ün hikâyesi hafızalarda yerini koruyor. Sinop Nükleer Güç Santralı davasında ödemek zorunda olduğu bilirkişi ücreti 800 bin TL’yi aştı. Yine İstanbul’a ihanet olarak adlandırılan Kanal İstanbul’a karşı açılan onlarca davada keşif ücreti 1 milyon liraya yaklaştı.
Kaz Dağları’ndaki mücadeleyi de unutmayalım. Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği Başkanlığı 77 dava açıldığını, 40 davayı kazandıklarını, 8 davayı kaybettiklerini, 14 davanın düştüğünü, 15 davanın ise sürdüğünü belirtiyor. Maliyetini varın siz hesaplayın.
Yüzlerce örnek sayılabilir. Ve itiraz edenlerin hiçbir menfaati yok. Kamusal duyarlılıkları onları mücadeleye zorluyor.
Biz yurttaşların anayasal görevleri ve ödevleri içinde kamusal varlıkları korumak vardır. Yani ormanlarımızı, suyumuzu, doğamızı, yapılarımızı korumak devlet ile birlikte bizim de görevimiz. Bu görevi yapmaya çalışan sayısı belli duyarlı kesimlerin de önü kesiliyor.
Çevre hukukunun sağlanması ve geliştirilmesinin vazgeçilmez yolu çevre davalarıdır. Çevre davaları aynı zamanda, Anayasa’nın 56. maddesinde yurttaşa yüklenen çevreyi geliştirme, çevre sağlığını koruma ve çevre kirlenmesini önleme ödevi için en etkili araçtır. Yurttaşın bu ödevi yerine getirebilmesi için mahkemeye erişim hakkı, hak arama özgürlüğünün güvence altına alınması zorunludur.
Çevre davaları kamu yararına olur, hele yöre halkı açarsa. Çevre davalarının hiçbir mali külfeti olmadan açılabilmesi gerekir. Hak arama süreçlerine engel değil önayak olunmalıdır.
Şirketler arkalarına aldıkları siyasi güç ile hukukun arkasından dolanıyorlar. Projeleri dava ile sona erdiğinde süreç bir kez daha başlıyor. Birkaç küçük değişiklik ile yeni proje veriyorlar. Haydi bakalım yeniden itiraz yeniden ücretler yeniden bilirkişiler. İdareden aldıkları da aynı; bir siyasi güç aracılığından bürokratları tercihe zorluyorlar.
Maalesef ülkemizde kamu adına iş görenlerin ‘kamusallaşması’ şart. Devleti şirketlere sermaye aktaran en büyük kurum gibi görme aşamasına geldik. Devleti deniz yemeyeni domuz duruma getiren anlayışları değiştirmek zorundayız.
Biz kentliler olarak 105 bini bu kez yine dayanışma ile toparlayacağız bir şekilde. Ama nereye kadar? Karşımızda şirket olsa amenna. Karşımızda kamu adına koruması, yurttaştan yana değerlendirmesi gereken kamu idareleri yerine izin veren ve destek veren kamu kurumları oluyor. Çözüm her zamanki gibi; duyarlı yurttaşlar olarak çoğalmak ve örgütlü mücadele etmek.
Okullar ve bahçeleri müştemilatı ile birlikte kamuya aittir. Eğitim amaçlı kullanılmalıdır. Eğitim ise toplumsal anlamda yaşam boyudur ve her yerde her zaman olan bir faaliyettir.
Maksutlu köyüne öğretmen olarak atanmıştım. Okul Müdürü arkadaş son dersten sonra çocukların okul bahçesinde olmasını yasaklamıştı. Neden diye sorduğumda bahçeye ve binaya zarar verdiklerini, çok gürültü yaptıklarını söyledi. Kendi iki çocuğu ise hep bahçedeydi.
Sonraki yıl tayini çıktı ve müdürlük bana kaldı. Okul bahçesinin en iyi oyun yeri olduğunu ve çocukların okul binasına, bahçeye, komşulara zarar vermeden oynamalarına izin verdik. Cam ölçülerini ezberledi çocuklar! Koca yaz mevsimlerinde bile en çok bir-iki kez cam kırılıyor ve hemen yerine takılıyordu. Böylece çocuklar güvensiz yerlerde oynamaktan kurtulmuştu. Bunun yanında oyun esnasında küfürlü konuşmalar ve şiddet olmuyordu. Yani okul ve çevresi 365 gün 24 saat eğitim öğretim amaçlı kullanılıyordu.
Bugün köy okulları yok. Okul binaları da virane durumda. Ne muhtarlıklara veriliyor ne de korunuyor. Kentlerde de okul bahçeleri eğitim öğretim ve çocuk merkezli kullanılmıyor. Bizim müdür gibi ders sonrasında okul bahçesini mahalle çocuklarına yasak edenler bile var.Bazı kent okulları bir zaman otopark olarak kullanıldılar. Bir mevzuat çıkarılmıştı, sanıyorum yürürlükte. Okullar kamu yararına uygun olarak eğitimle ilgili kurumlara veya yerel yönetimlere verilebilecekti. Bundan yararlanarak yazları bir program dahilinde okullarda etkinlikler yapmasını önermiştik zamanın belediye başkanına. Başkan sıcak bakmadı ve gönüllü bulunamayacağını veya valiliğin vermeyeceğini bahane etti.
Kent örgütleri ve mahalleli tarafından amacına uygun kullanılmayan okulları iktidara yakın vakıflar kendi ideolojilerine uygun etkinlikler ile işgal edebiliyor! İktidara yakın bu kurumların tek etkinliği dini bilgiler aktarmak. Bu amaca uygun ezber bilgiler vermek ve gündelik yaşamda nasıl biat edileceğini kavratmaktan ibaret. Bu arada haberlerden dinlediğimiz çocuk tacizleri, akran zorbalıkları, şiddet de her nasılsa hep bu kurumlardan çıkıyor.
Oysa okul bina ve bahçeleri müştemilatı ile birlikte kamu görevlileri ve gönüllüler tarafından her zaman kullanılabilecek duruma getirilebilir. İhtiyaçtan kaynaklanan bu duruma sosyal ve laik devlet veya bunu ilke edinmiş yerel yönetimler çözüm üretmek zorunda. Aksi durumda toplum ikiye ayrılıyor. Bir tarafta varlıklı ailelerin katılabildiği yaz kampları,diğer tarafta yoksul bırakılmış çaresiz aile çocuklarının devam etmek zorunda kaldığı vakıf kursları. İki farklı alanda yetişen geleceğimiz!
Gazetenin başlığı “Okullar yazın TÜGVA’ya emanet”. Çocukları ve aileleri bu tür vakıflara mahkûm edenlerin utanması gerekir. Özellikle siyasi karar vericilerde olmayan bu utanç, biz velilerde olmalı. Çalışan anne-babanın çocukları yazları ne yapacak? Bu sorunu çözmek için velilerin, yurttaşların güçlü talepleri önemlidir.Resmiyete baktığımızda Eğitim Bakanlığı yaşam boyu eğitimi önemsiyor. O halde bakanlığın görevi senede 180 gün okulu açmak ve dönemi değerlendirmek değildir.
Yaz kamplarına gidemeyen çocukların mahallesindeki okulda arkadaşlarıyla zaman geçirmesi, spor salonları gibi sosyal tesislerini ve kütüphanelerini kullanmasına olanak sağlanmalıdır. Okulda her zaman görevli veya görevliler var ki okul bekleme yerine çocuklara yardımcı olabilir. Bu konuda kentin gönüllüleri de katkı sunacaktır. Bunu merkezi hükümet yapmıyor ise yerel yönetimler de yapabilir.
Tatil demek bütün gün yatmak değildir. Tatil derslerin olmamasıdır ama eğitim süreklidir. Çocuklarımızın bu zamanlarını da eğitime dönük etkinlik alanları yaratmak bizim görevimiz olmalıdır. Çünkü okullar tatil olduğunda binalar tatile çıkmaz.
12 Haziran günü yani bugün Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından 2002 yılında Dünya Çocuk İşçiliği ile Mücadele Günü olarak ilan edildi. Türkiye’nin de imzacısı olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesine göre 18 yaşını doldurmamış her birey çocuktur. 18 yaşın altında, hane gelirine katkı sağlamak amacıyla çalışan her birey ise çocuk işçi olarak tanımlanmaktadır.
Yapılan tüm araştırmalar çocuk işçiliğinin çocuğun eğitim, sağlık gibi temel haklarına erişimini engellediğini, çocuğun fiziksel ve ruhsal bütünlüğüne zarar verdiğini gösteriyor.
TÜİK verilerine göre, Türkiye’de 2019’un dördüncü çeyreğinde 5-17 yaş arasındaki 16 milyon 457 bin çocuğun 720 bini çalışmak zorunda bırakılmıştı. Üstelik bu sayıya mülteci çocuklar dâhil değildi. Türkiye genelinde tahmin edilen çocuk işçi sayısı ise 2 milyondur. ILO verilerine göre dünyada ise 160 milyona yakın çocuk işçi vardır.
TÜİK 2022 verilerine göre nüfusun yüzde 26,5’i çocuk olan Türkiye’de çalışan çocuk oranı yüzde 18,7 olduğu, iş gücüne katılma oranı cinsiyete göre incelendiğinde, bu oranın erkek çocuklar için yüzde 27, kız çocuklar için yüzde 10 olduğu tespit edilmiştir.
UNICEF’in 39 ülke arasında yapmış olduğu araştırmaya göre çocuk yoksulluğunun en yüksek olduğu ülke 2023 yılında %40,1, 2024 yılında ise %38,9 ile Türkiye’dir.
TÜİK ve Millî Eğitim Bakanlığı verilerine göre Mesleki Eğitim Merkezi (MESEM)’inde bulunan öğrencilerin dahil edilmediği 869 bin çocuk işçiye (15-17 yaş) bir de halihazırda MESEM’e kayıtlı 503.962 çocuğun eklenmesiyle sayı bir milyonu geçmektedir.
Habertürk’ün 23.04.2025 günlü haberine göre çocuk işçi sayısı 2016 yılından itibaren düşmeye başlamış ve 2020 yılında 501 bine gerilemiş. Ancak2021 yılından sonra tekrar artmaya başlamış ve. 2021’de 520 bin olan çocuk işçi sayısı 2022’de 619 bin, 2023’te 853 bin, 2024 yılında ise 869 bin olmuş.
Artan çocuk işçiliğin yanında gerek MESEM’de gerekse MESEM dışında çalışan çocukların maruz kaldığı iş kazaları ya da iş cinayetlerine de her geçen gün bir yenisi eklenmektedir. İSİG verilerine göre 2013-2024 döneminde en az 742 çocuk, 2025 yılının ilk iki ayında ise 9 çocuk işyerlerinde çocuk işçi cinayetleri sonucu hayatını kaybetmiştir.
Benzeri verileri her tür kaynaktan bulabiliriz. Ama istatistikleri bilmekten gayri çocukların çalışmak zorunda olmadığı, oyunlar oynadığı sağlıklı bir toplumu kurabilmektir. Bu da çocuklar adına biz büyüklerin daha iyi bir gelecek mücadelesi ile olur.
“Güneşin doğduğu yerde çocuklar üşüyorsa, güneşin battığı yerde insanlık ölmüştür” der Ali Şeraiti. Oysa bırakalım üşümeyi, çocuklar ölüyor.Şu ünlü söylem de onundur; “Bir yerde, dindarlık artarken insanlık azalıyorsa, dindarlık artarken ahlak azalıyorsa, dindarlık artarken barış azalıyorsa, dindarlık artarken adalet azalıyorsa, dindarlık artarken aklı kullanma ve bilimsel çalışmalar azalıyorsa, oradaki din Allah’ın dini olamaz.”Nietzsche’de demiş ya; “Zenginler, fakirlere Tanrı’dan başka bir şey bırakmadılar.”
Çocuklar uyurken susmamız gerekir tamam ama ölürken, öldürülürken susmak niye? Geleceğe dair konuşurken ‘çocuklar geleceğimizdir’ diyen bizler güneşin parasız ve herkesi eşit ısıttığı dünyamızda yokluktan, yoksulluktan dolayı çocuklar neden üşür?
Uzun ve karanlık gecelerden örgütlenmeler ile kurtulacağız. Çocuklarını mutlu edemeyen ve onun emeğinden yararlanan işveren ve iktidar insanı da çocuğu da doğayı da vatanı da sevmiyor demektir. Çünkü Atatürk’ün dediği gibi: “Vatanı korumak, çocukları korumakla başlar.”
Çocuk sevgisi önce kendi çocuklarımızla başlasa da evrensel olmalıdır ki çocuk işçiler ve çocuk ölümleri olmasın.
İyilik de kötülük de bulaşıcıdır denir. Kötücül ve dolayısıyla da umutsuz düşüncelerin her gün çoğaldığı bu günlerde iyilik ve ona bağlı olarak umut önde olmalı.
Pazar günü düğünümüz vardı. İl dışından gelen akrabalara bir kafede lahmacun ayran almayı düşündük ve öyle de yaptık. Hesabı ödedim. Kasa görevlisi ile aramızda uzlaşmazlık çıktı. Ben verdim derken o 200 lira eksik olduğunu söylüyordu. Ben emindim.Cebimdeki paramın miktarını biliyordum. Verdiğimi ve kalanı toplayınca sağlama doğruydu. Kasa görevlisi gözümün önünde defalarca saydı, eksik görülüyordu.
Hatanın benden kaynaklandığını kabul ederek 200 lira daha verdim. Bir çay ikram etmelerini söyledim. Bir yanlışlık vardı. Ben ikna değildim ama nasıl ve ne olduğunu da bilmiyordum.Kasa görevlisi benim kesin konuşmamdan dolayı bir şey olduğunun farkındaydı.
Amir konumundaki sorumlu ile konuştu. İkisi birlikte beş dakika kadar bilgisayarın başında oturdular. Sonra kasa görevlisi kasanın yanına geldi, eğilip kalktı ve yanıma geldi. Kameraları incelediklerini ve kendisi parayı alırken bir adet 200’lük banknotun yere kaydığını kamerada gördüklerini söyleyip parayı bana iade etti. Elbette özür üstüne özür dileyerek.
Bu davranış; müşterinin kendinden emin olması ve işyerinin duyarlılığı, kuşkuları ortadan kaldırması anlamında iyi bir örnektir. İşletme bu doğrulamayı yapmasaydı ben ikna olmayacak ve yaşadıklarımı çevremde olumsuzluk örneği olarak anlatacaktım. Bu da işletme için olumsuzluk olacaktı.
Bu işletmede de mutlaka olumsuzluk yaşayan vardır. Ama ben iyiliği yazdım ki iyilikler artsın. Olumsuzluk yaşayan da anlatsın ki kötü davranışlar azalsın. Lahmacunları gibi davranışı da güzel olabilen bu işletme Araz Cafe’dir, Teşekkürler.
Konuklara yemek verdikten sonra evimize geldik. Geleneksel ritüellere uyarak kızımızı verdik. Toparlanıp düğün bahçesine gitmeye niyetlendik. 3-4 araç olarak kız tarafı sıfatıyla gidiyoruz. Yolu bilmeyen konukların önünde ben olmalıyım. Arabayı çalıştırıp devam edecek iken biri lastik inik dedi. Oysa 2-3 saat önce park etmiştim. Giderim gibi geldi bana ama olmaz dediler. Çivi girmişti. O arada Emre geldi bisikletiyle. Arabasından hava basma aparatını aldı ve bastı ama yeterli olmadı. Arabasının anahtarını vererek; “Hocam al arabayı git, benim sabaha kadar işim yok” dedi. Başkasının aracını hiç kullanmamıştım ve öneriyi kabul etmedim. Akrabaların arabaları ile gidip dönüşü bir şekilde yaparız diye düşündüm. Çünkü akrabalar düğün bitmeden İstanbul’a döneceklerdi.
Emre pratik bir çözümle “hocam siz diğer araçlarla gidin, ben arabanızı yaptırıp getireceğim” dedi. Öyle yaptık. Gelin ana babası olarak apar topar gittik. Düğüne gelenleri karşılamaya başlayan gelin damat ve damat ailesinin yanında görevimize başladık! Bir ara birisi elime araba anahtarı uzattı. Baktım ki Yılmaz Bey (Eren); “Emre gönderdi” dedi. Telefonuma da arabamın nerede olduğunu yazmıştı.İyilik buydu, güven buydu, iyilik çözüm bulmaktı.
Pazartesi günü Emre’yi arayarak “buluşalım ve borcumu ödeyeyim” dedim. Borcumun olmadığını, o nedenle gelemeyeceğini, sohbet için ise her zaman buluşabileceğini söyledi. Yani beni iyiliğe ve insanlığa borçlandırdı.
Bu iyilik bulaştırıcısı Emre Sarı. Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu KESK’e bağlı BES (Büro Emekçileri Sendikası) il temsilcisi. Mal Müdürlüğü’nde çalışıyor. Teşekkürler Emre Sarı.
Her kişi veya işletme hakkında herkesin olumlu veya olumsuz yaşanmışlıkları elbette vardır. Ben,olumsuzlukları unutmadan toplumdaki iyilikleri öne çıkarmaya çalışırım. Toplumda her gün artan; ‘halk bozulmuş’ türü umutsuz söylemler yerine; ‘çok iyi insanlar var’ diyerek örnekleri çoğaltmayı yeğlerim. Bu iki olayı anlattım, iyilik, dürüstlük bulaşsın, duyulsun dedim. Benim iyilik torbama yenilerini eklememe ve bunu yaymama sebep olan Araz Cafe işletmecisi ve Emre Sarı’nın bu yazıdan haberleri yok. Okurlar mı onu da bilmem. Yani reklam yapıyormuşum gibi düşünen varsa kötülük bulaştırmış olur!
Bayramlar; yoksulluk ve acılarımızı öteleyip sevinçlerimizi dostlarımıza bulaştırma günleri değil mi? O zaman hepimize iyilik bulaştırıcı ziyaretler ile iyi bayramlar.