LGS sınavları geçen hafta sonu yapıldı. Biz bu yazımızı yazarken de YKS sınavları oluyor. Yani çocuklarımız acı çekmeye, çok az bir oran dışında başarısız olmaya devam ediyor.
Gelin son 20 matematik sorusunu örnek alarak neden bu sınavları ‘vahşet’ diye nitelediğimizi bir daha açıklayalım.
(1) Soyutluk, yani yaşamdan kopukluk aynen devam ediyor. Örneğin, “Fiyatı x+4y olan bir maldan y kadar alınıyor.” , “Bir eşkenar üçgenin kenar uzunluğu
oluyor.” , “Bir trendeki insanların 4 vagona dağılımı daire grafiğiyle veriliyor.” , “Dikdörtgen çevreleri yine 13x-5, 14x+2, …” Bu yaşamdan kopukluk, fen sorularında da, Türkçe sorularında da, başka şekillerde de devam ediyor. Neden? Kölelik eğitiminin, doldur-boşalt sisteminin sonucu: “Her bilgiyi sınavlar için öğren, sınav sorularını çöz, sonra unut! Sonuçta bilgisiz, özgüvensiz kal, hiçbir şeyi sorgulama, ne yapacağını, nasıl yapacağını ben sana söylerim.”
(2) Matematik soruları, geçen senekilere göre bile, daha kolay çözülebilir; eğer cebire (özdeşlik-fonksiyon-denkleme) alışılmışsa. Okullarımızın büyük çoğunluğunda bu alışkanlığı verecek öğretmenlerimiz yok. Acaba kaç çocuğumuz matematikten sıfır veya eksi puan aldı?
(3) Tek geometri sorusu, “Üçgenin iki kenarının uzunluk toplamı üçüncününkinden büyük” temel bilgisine dayalı. Pisagor bağıntısı bir soruda kullanılmış. Bir soruda da açılım-görünüm tasarımı gerekli. Hâlbuki eskiden geometrinin karmaşık bağıntılı yapısı, soyut da olsa, çözümleme ve çıkarıma alışma aracı olarak kullanılırdı.
(4) Sorular yine aynı özel bilgilere dayalı oluşturulmuş. Bazı geometrik şekillerin yan yana değişik dizini, ölçüm bilgisi, sütun ve daire grafikleri, …
Bize sorulabilir: İsrail-İran savaş içinde ve bu bizi de etkiliyor. Ekonominin durumu belli, içeride de vahşi politik bir savaş var. Siz iki sınava takılmışsınız, neden? Ekonomi düzeltilebilir, savaşlar yıkımı tamir edilir ama eğitim ve öğretimle geleceğimiz yok ediliyor. Bizim yanıtımız bu.
Unutmayalım, 18 yaşındaki Edirneli çocuğumuz Batuhan’ın Masterchef’te yeteneğin azimli, disiplinli çabayla desteklenince nerelere gelinebileceğini göstermesi bizi de mutlu etti. Ailesine ve öğretmenlerine teşekkürlerimizle.
Cümle alem de ki İNSANCA YAŞAM AMACINI Kuran’dan açıkça okuyoruz. Fiziki çıkarcılıkla değil de Ruhtan okuyanlar anlarlar. Kuran’ı Kerim. (Sure 35/ayet 39) veya (6/165) Ayetlerinin bir yorumu da,” Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur.” Bir yorumu da: Tüm canlı ve cansız varlıkların varlık haklarını korusun, gözetsin diye onların HAMİSİ olarak İNSAN yaratılmış. Bir yorumu da: Her bir insan, Peygamberler örneği yeryüzünde ıslahatçı olarak çalışsın diye yaratılmış. Tercih etmezler o başka!.. Bir yorumu da: Üstün beyinsel yetenekleri ile, ÖNCE ŞÜKRÜ KEŞFEDİP Yaratan’a ruh güzelliği ile daha da yaklaşıp, KİTABI, İNANCI, SANATI, BİLİMİ KUŞANIP cümle aleme, (Kâinata) faydaları üretsin ve yaysın diye, yaratılmıştır insan!..”diyebilirmiyiz acaba? O BİRİCİK KİTABI OKUYAN, BU MÜTHİŞ SIRRI KOLAYCA ÖĞRENİR: İNSAN BEYNİ EĞER ÇIKARSIZ, YARATAN’INA BAĞLANIP, CÜMLE ALEMİN FAYDASINA ÇALIŞIRSA, CÜMLE ALEME BEREKETLER NASİP EDİLİR… Kuran’da ki “ Tek Allah” kavramının bir tanımı da budur. Çıkarı için, lüks ve israf hevesleri için isteyenin, Allah’ı, kendi uydurduğu, asılsız bir “Allah” sözünden başka bir şey değildir. Kuran ile açıklanmış, benim Allah’ımın, onların Allah’ı ile hiç ilgisi yoktur.
İnsan, dünyada, rezil tüketimlerle keyif çatsın diye mi yaratımış sanılır?..
Kuran’ı Kerim. Sure 35/Ayet 5:
Allah işini gökten yere düzenler. Sonra sizin saydığınız yıllardan bin yıl kadar süren bir günde o’na çıkar. Yaratma adım adım gelişerek inkişaf eder, hayat çeşitli varlıklarda görünür, RUH olgunlaşır. Sonunda insanlara göre binlerce, milyonlarca yıl sayılan ama Allah’a göre bir andan ibaret sayılan bir günde ruh, Allah’a yükselir.
Hz. MEVLÂNA, Toprak idim, çiçek oldum, çiçek iken, hayvan oldum, hayvan idim, insan oldum!.. demekle ne anlatlmak istemiş acaba?.
Her yıl imkanlarımız doğrultusunda çıktığımız 9 günlük turumuzla bu yıl da havada gördüğümüz leyleğin hakkını vermiş olduk.
Domaniç yaylasında yörüklerin misafiri olduk
Tatil olayı kişiden kişiye değişen bir kavram. Tabi ki olanaklar ölçüsünde.
Ben doğaya yakın olmayı, doğal, sessiz yerlerde gezmeyi seviyorum. Eşim de bana uymaya çalışıyor.
Bisikletle yıllarca yalnız veya arkadaşlarımızla sakin doğal ortamlarda pedal çevirme alışkanlığımızdan olsa gerek otomobilimizle çıktığımız gezilerde de doğaya yakın, büyük şehirler ve otobanlar ile duble yollardan uzak yerlerde gezmeyi seviyoruz.
Cide’de Rıfat Ilgaz müzesi
Balıkesir’in şirin ilçesi Manyas’tı bu yıl ilk durağımız. Gelibolu’dan sonra Kaz Dağları’nda devasa altın madenleri karşıladı bizi. Hemen dibinde sezonun ilk şeftali mahsulünü toplamaya başlamış Selim kardeşimiz ve eşine siftahı yaptıktan sonra dalından topladık bizde şeftalilerimizi.
İkinci günümüzde ara yollardan başlayan yolculuğumuzda yol sapağını kaçırdığımız için Bursa yolunda bulduk kendimizi. İşkence gibi bir trafiğin içinden geçerek rotamıza kavuştuk. Ara yollarda yörüklerin misafiri olduk, dağlardan tepelerden geçerek yine bir öğretmen evinde Bilecik ilinin ilçesi Bozüyük’te konakladık.
Göynük
Öğretmen evleri bir çok eksikliklerine karşın bizim gibi emekliler için en iyi seçenek olmayı sürdürüyor. 800 ile 1500 lira arasında ücretler ödedik buralarda. Otel ve pansiyonlara kalsak iki katı ödemeler yapmamız gerekecekti.
Üçüncü günümüzde rotamızı Karadeniz bölgesine çevirerek Bilecik’ten sonra Eskişehir, Ankara, Bolu ve Düzce il sınırlarından geçerek Yığılca ilçesinde eşimin yeğeninin evinde harika bir akşam yemeği ile konuk edildik.
Bu rotada Osmanlı’nın kurulmuş olduğu yerleri gezerken Tunçbilek’te termik santral, Söğüt’te altın madeninin doğayı felç eden görüntülerini gözlemledikten sonra sözde ecdadımızdan başka söz bilmezlerin yeşilin sadece dolarını sevenlerin tezatlarına gözlerimizle şahit olduk.
Dördüncü günümüzde Yığılca’dan Karadeniz kıyısına çıkıyoruz Alaplı’ya. Anılarım beni yaklaşık 20 yıl öncesine götürüyor. O yıllarda bisikletimle tek başıma geçtiğim yerlerden bir daha araçla geçiyoruz.
O yıllarda Karadeniz yolunda duble yolların daha d’si bile yoktu. Çok değişmiş, yoğunluk artmış ama yol kenarlarında her köşe başında bisikletimle mola verdiğim o güzelim dağlardan gelen çeşmelerden eser kalmamış. Duble yollar yutmuş o çeşmeleri.
Taraklı
Ereğli ve Zonguldak’ın yanından geçerek Karadeniz manzarasıyla kıvrılarak devam eden yollarda iki saat kadar yol aldıktan sonra Gideros’a vardık. Doğal bir liman gibi, cennet gibi bir koyda çay molasından sonra Cide’de apart dairemize ulaşıyoruz.
Cide’ye vardıktan sonra memleketimizin en büyük yazarlarından Rıfat Ilgaz’ın müzeye çevrilmiş evini dışarıdan da olsa ziyaret ediyorum.
Beşinci gün yolculuğumuz Cide’den sonra Ilgaz’a doğru sürüyor. Yolda Seydiler kasabasına girişimizde davul zurna eşliğinde esnafı düğüne davet edilişinde dayanamayarak arabayı kenara çekip köçeklerle karşılıklı bir oyun havası oynuyorum.
Yeniçağ’da öğretmenevindeki konukluğumuzdan sabahında Göynük ve Taraklı’nın tarihi dokusu içinde saatler geçiriyoruz. Adım başı tarihi yapılarıyla büyülüyor bu iki yerleşim yeri bizi. Tarihin nasıl ayağa kaldırıldığını görüyor ve Edirne’de yedi yüze yakın tarihi yapının sıra beklediğini düşününce üzülüyoruz.
Yedinci günümüzde Kütahya ve Tavşanlı’nın yanından geçtikten sonra Emet ilçesinde pide molası veriyoruz. Küçük, şirin bir yer. Yemek sonrası akşam hedefimiz olan Bigadiç’e varıyoruz. Çok seviyoruz Bigadiç’i. Her köşe başında dağlardan gelen sularıyla çeşmeler, çeşmeler.
Emeklilerin oturduğu Belediye parkında Mehmet amcayla tanışıyoruz. Hemen önümüzdeki çeşmenin 40 km uzaktan dağlardan geldiğini ve şifalı olduğunu açıklıyor. Elimle kana kana içiyorum çeşmeden. Savaş yıllarında askerliğini Kofçaz’da 4 yıl yapan babasının anılarını dinliyorum, yazacağıma söz veriyorum.
Mehmet amcanın önerisine uyarak karşıma çıkan ilk kasap dükkanına giriyorum. Burada kasapların bildiğimiz kasaplardan farklı özellikleri var. Et ve et ürünleri satışının yanında ızgara ve tandır fırınları da var mekanlarında. Masa ve sandalyeleri kurulu. Adeta hepsi bir et restoranı şeklinde. Mevsimine göre oğlak ve kuzudan tandır yapılıyor. Köfteleri de özel. Tandırlarımızı ve köftelerimizi yiyoruz. Salata, su, çay ikramları. İki kişi hesap 500 lira. İnanılacak gibi değil. Henüz turizm kavramı ile tanışmamış arada kalmış şirin bir ilçenin güzelliği işte.
Sekizinci günümüzde Bigadiç’ten Ayvacık’a kadar duble yollarda sakince yol alıyoruz tatsız, tuzsuz bir şekilde. Duble yollar adeta otobanlar gibi, alışageldiğimiz ara yollardaki insanlara yakın yolculuklara benzemiyor pek. Ayvacık’tan sonra ara yollara dönüyoruz yine. İne çıka yavaş bir şekilde ilerleyerek yolumuz üzerinde köylerde kısa çay ve ihtiyaç molalarından sonra akşam saatlerinde yolculuğumuzun son gecesini geçirmek için Çanakkale’nin Geyikli beldesine ulaşıyoruz. Turizmden nasibini fazlasıyla almış, yabancıya karşı bıkkın yüzlü esnaflarına karşın yeni açtıkları pansiyonlarında bizleri güler yüzüyle karşılayan pansiyonerlerimizin tertemiz odalarında biraz dinlendikten sonra ortak kullanılan mutfağında yiyeceklerimizi hazırlayarak geceyi sonlandırıyoruz.
Son gün Geyikli’den Bozcaada. Gökçeada’ya oğlumuzun öğrenim döneminde defalarca gitmiş olmamıza karşın Bozcaada’ya ilk gidişimiz eşimle birlikte. Onun çok istemesiyle son günümüzü de adayı dolaşarak geçirdikten sonra dönüşte Lapseki’den Gelibolu’ya feribotla geçerken evimize gelmiş gibi oluyoruz. Ne de olsa Trakya topraklarındayız.
Son günümüzde akşam saatlerinde sakin bir yolculuk sonrasında Gülçavuş’ta son buluyor bu yılkı gezimiz.
Önümüzdeki yıl mı? Sağlık ve olanaklar elverdiğince gezmeye devam. Türkiye çok büyük bir ülke, gezmekle bitecek gibi değil.
RUHU İPTAL EDİP, SADECE FİZİKTEN BAKINCA, “Aa ne de güzel, bu manzara, çiçek, ağaç, kuş,kedi, köpek, dere vs..” deriz. Böyle güzel bakmak tamam da, ASIL, bu DÜNYA GÜZELLİKLERİNE, “Aç mı, tok mu, susuz mu, temiz mi, kirli mi, hasta mı, bir derdi, ihtiyacı var mı acaba?..” diye bakmak lâzım. İşte o zaman “BAKMIŞ VE GÖRMÜŞ” oluruz!.. Yani bakmak yetmez, görmek ÖNEMLİ!.. Sonra da üşenmeden, “Param, zamanım gider, bana ne!..” demeden, yardım edebilmek ÖNEMLİ!.. O ağzı, dili olmayan güzellikler, muhtaçlıklarını bize söyleyemezler ama biz İNSANIZ YA!.. En zekalı beyin, bir de Yaratan’ın nefesinden ruhumuz var ya!.. AKLIMIZI VE RUHUMUZU DEVREYE SOKUP BAKARSAK, o ağzı, dili olmayan güzelliklerin, MUTLULUKLARINI DA, MUHTAÇLIKLARINI DA duyup, görebiliriz!.. Ve de, gereken faydaları da yapabiliriz. BİZ İNSANIZ , BÖYLE BAKABİLİP, GÖRÜP, DAVRANMAK ÖNEMLİ!.. Mesela bir kedi marketin önünde niçin bekler?.. Gelen geçen beni sevsin diye mi, YA DA?.. Ne olur, çocuklarımıza bu bakış tarzını öğretsek, onlar da, “AKIL VE RUH BÜTÜNLÜĞNDEN” BAKMASINI VE GÖRMESİNİ VE MUHTACA YARDIM EMEĞİ VERMEYİ ÖĞRENSELER!..
NESİLLERİMİZ, bakar körler, duyar, sağırlar, dilli, dilsizler olarak, eğitimsiz, boş, faydasız bir ömür ziyan etmeseler!..
Kuran’ı Kerim. Sure 16/Ayet 7: Biz, insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini sınayalım diye, yeryüzündeki har şeyi kendine mahsus bir ziynet yaptık. 67/2: O ki, Hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.
Bu yazımı CORONADAN bir yıl evvel yazmışım not defterime, ancak gazeteye vermemişim, kısmet ve yeri şimdiymiş demek ki!.. Söylediklerim için, bazıları bana, “DELİMİ NE?..” diyorlar!.. Neler diyorum ben?.. “Yapmayalım, etmeyelim; havayı, suyu, toprağı, hayvanları, insanları kirletip katletmeyelim. Yaratan’dan ötürü, tüm yaratılanlara sevgi saygı gösterip, yardımlaşıp yaşayalım!..” diyorum. Kötü mü ediyorum?.. Bunları dediğim için bana “DELİ” diyen bazıları mı haklı yoksa ben mi haklıyım?.. Dünyada, insanlara ait zulüm ve zararlı alışkanlıkların yaygınlığına bakarsak: Aman dikkat! ” BİR ÇOK KONUDA, ÇOĞUNLUĞA DA GÜVENEMEZSİNİZ!..” diye uyarmayayım mı?.. Bu durumda, eğer ÇOĞUNLUK haklıysa sorun yok, “BİR DELİ” nin ne hükmü olur ki?.. O DELİ BİRİ HAKLI DA, YA ÇOĞUNLUK HAKSIZSA?..
ASIL O ZAMAN, YAKINDA İNSANLIĞIN “İLÂHİ HAK EDİŞ” VEBALİ SEYREDİLECEK!..
Kuran’ı Kerim. Sure 30/Ayet 10:
Sonunda Allah’ın ayetlerini yalan sayarak ve onları alaya alarak kötülük yapanların akıbetleri pek fena oldu.
YORUM: Canlı, cansız her şey Allah’ın ayetidir. Onları, kâr, servet, keyif, lüks zevk, gösteriş, kibir, spor olsun diye KİM bozar?..Ve de neyi hak eder?.
Şimdi sıra İran’da… Bu cümleyi kim bilir ne kadar duydunuz, ne televizyon programı kalmıştır ne radyo ne de gazete köşesi. Sıra bir türlü gelemedi… Şimdi diyeceksiniz ki İran’ın tepesindeki bu bombalar nedir? İşte bu sıra o sıra değil… Trump’la falan ilgisi yok! ABD’nin 1979’dan beri en büyük emeli İran’da bir rejim değişikliğinin ortaya çıkması. Zira ABD, İran’da öyle bir çuvalladı ki akıllara zarar. Carter’a soruyorlar İran’da bir yönetim değişikliği bekliyor musunuz diye, Carter cevap veriyor bize bu konuda ulaşan bir bilgi yok. Yani kendilerinden o denli eminler. Heyhat Carter kendinden emin bu konuşmayı basın önünde yaparken İran’da rejim değişikliği gerçekleşiyor ve sınırlar kapanıyor. Rezaleti düşünebiliyor musunuz? Hani o düğmelere bastığında dünyayı yerinden oynatan kooskoca Amerikan başkanı yakın müttefiki İran’da gerçekleşen değişimden haberdar değil. ABD’yi okurken o yüzden şu kudret meselesine daha dikkatli yaklaşalım. İran’daki rejim değişikliği ile ABD’in ikiz sütunlar tanımı ile ortaya koyduğu Suudi Arabistan ve İran ikili ittifakı da dağılıyor ve Vaşington için önemli bir stratejik boşluk ortaya çıkıyor. İşte bu stratejik boşluk ABD’nin Tahran politikasında sürekli olarak bir çevreleme ve rejim değiştirme çabasını beraberinde getiriyor. Bu nokta tespit edilmeden tivitırdan, wahtsapp gruplarından mülhem bilgilerle sıra İran’da demek çok yanıltıcı olur. Buna mukabil, İran’ın eli ardında bağlı mı? Elbette hayır! Sosyal medyada pek çoğu yanıltıcı ve abartılı olmakla birlikte İran’n İsrail’e İsrail’in de İran’a füze saldırılarını görüyoruz. Yani karşılıklı bir durumdan bahsetmek mümkün burada. Bu karşılıklı füze atışmaları bir rejim değişikliği getirir mi? Bu soruya evet cevabı verebilmek oldukça zor. İran’ı zor duruma sokan füze saldırıları İsrail’i kuş tüyü yatak rahatlığında mı hissettiriyor bu soruya da evet cevabını verebilmek oldukça zor. Yani her iki taraf da karşılıklı olarak zor duruma düşüyor ve kayıplar veriyor. Ancak bu sık sık tekrar edildiği gibi ne bir nükleer savaşı tetikleyecek ne de 3. Dünya Savaşı’nı çıkaracak. İsrail’in İran’a saldırılarındaki temel amaç Tahran’ın nükleer silah yapabilme kapasitesini akamete uğratabilmek. Bunun gerçekleşip gerçekleşmediğinin tespiti ise neredeyse imkansız. Dünya Atom Enerjisi Kurumu geçtiğimiz günlerde İsrail’i belirtmeden İran’ın bir nükleer tesisinin vurulduğunu belirtti. İşte asıl amaç bu. Yani bir turnike yok, rejim değişikliğini de füze atarak yapamazsınız. Bunu anlamak için ABD’nin Irak ve Afganistan işgallerini düşünmeniz yeterlidir ki Vaşington buradaki rejim değişikliklerinde ne denli başarılı oldu o da çok tartışılır. Bu noktada Vaşington’un çıkarı ise 2012 yılından beri süregelen nükleer kapasitenin kısıtlanması görüşmelerinde muazzam bir avantaja sahip olması. Her ne kadar P5+1görüşmelerinde sadece ABD olmasa da ABD başat güç olarak bu hususun yönlendiricisi. İsrail bu görevi üstleniyor elbette bedel ödeyerek. Ve bir süre sonra İran, ABD ve diğer nükleer güçlerle masaya oturacak. İşte İran’ın hali pürmelali bu. N’olacak bu İran’ın hali deyince de verilecek cevap bu. Eee tabi hiç sansasyonel değil, hiç komplovari değil o yüzden tutmaz bu cevap. Haftaya görüşmek dileğiyle memleketimin güzel insanları…
Okullar ve bahçeleri müştemilatı ile birlikte kamuya aittir. Eğitim amaçlı kullanılmalıdır. Eğitim ise toplumsal anlamda yaşam boyudur ve her yerde her zaman olan bir faaliyettir.
Maksutlu köyüne öğretmen olarak atanmıştım. Okul Müdürü arkadaş son dersten sonra çocukların okul bahçesinde olmasını yasaklamıştı. Neden diye sorduğumda bahçeye ve binaya zarar verdiklerini, çok gürültü yaptıklarını söyledi. Kendi iki çocuğu ise hep bahçedeydi.
Sonraki yıl tayini çıktı ve müdürlük bana kaldı. Okul bahçesinin en iyi oyun yeri olduğunu ve çocukların okul binasına, bahçeye, komşulara zarar vermeden oynamalarına izin verdik. Cam ölçülerini ezberledi çocuklar! Koca yaz mevsimlerinde bile en çok bir-iki kez cam kırılıyor ve hemen yerine takılıyordu. Böylece çocuklar güvensiz yerlerde oynamaktan kurtulmuştu. Bunun yanında oyun esnasında küfürlü konuşmalar ve şiddet olmuyordu. Yani okul ve çevresi 365 gün 24 saat eğitim öğretim amaçlı kullanılıyordu.
Bugün köy okulları yok. Okul binaları da virane durumda. Ne muhtarlıklara veriliyor ne de korunuyor. Kentlerde de okul bahçeleri eğitim öğretim ve çocuk merkezli kullanılmıyor. Bizim müdür gibi ders sonrasında okul bahçesini mahalle çocuklarına yasak edenler bile var.Bazı kent okulları bir zaman otopark olarak kullanıldılar. Bir mevzuat çıkarılmıştı, sanıyorum yürürlükte. Okullar kamu yararına uygun olarak eğitimle ilgili kurumlara veya yerel yönetimlere verilebilecekti. Bundan yararlanarak yazları bir program dahilinde okullarda etkinlikler yapmasını önermiştik zamanın belediye başkanına. Başkan sıcak bakmadı ve gönüllü bulunamayacağını veya valiliğin vermeyeceğini bahane etti.
Kent örgütleri ve mahalleli tarafından amacına uygun kullanılmayan okulları iktidara yakın vakıflar kendi ideolojilerine uygun etkinlikler ile işgal edebiliyor! İktidara yakın bu kurumların tek etkinliği dini bilgiler aktarmak. Bu amaca uygun ezber bilgiler vermek ve gündelik yaşamda nasıl biat edileceğini kavratmaktan ibaret. Bu arada haberlerden dinlediğimiz çocuk tacizleri, akran zorbalıkları, şiddet de her nasılsa hep bu kurumlardan çıkıyor.
Oysa okul bina ve bahçeleri müştemilatı ile birlikte kamu görevlileri ve gönüllüler tarafından her zaman kullanılabilecek duruma getirilebilir. İhtiyaçtan kaynaklanan bu duruma sosyal ve laik devlet veya bunu ilke edinmiş yerel yönetimler çözüm üretmek zorunda. Aksi durumda toplum ikiye ayrılıyor. Bir tarafta varlıklı ailelerin katılabildiği yaz kampları,diğer tarafta yoksul bırakılmış çaresiz aile çocuklarının devam etmek zorunda kaldığı vakıf kursları. İki farklı alanda yetişen geleceğimiz!
Gazetenin başlığı “Okullar yazın TÜGVA’ya emanet”. Çocukları ve aileleri bu tür vakıflara mahkûm edenlerin utanması gerekir. Özellikle siyasi karar vericilerde olmayan bu utanç, biz velilerde olmalı. Çalışan anne-babanın çocukları yazları ne yapacak? Bu sorunu çözmek için velilerin, yurttaşların güçlü talepleri önemlidir.Resmiyete baktığımızda Eğitim Bakanlığı yaşam boyu eğitimi önemsiyor. O halde bakanlığın görevi senede 180 gün okulu açmak ve dönemi değerlendirmek değildir.
Yaz kamplarına gidemeyen çocukların mahallesindeki okulda arkadaşlarıyla zaman geçirmesi, spor salonları gibi sosyal tesislerini ve kütüphanelerini kullanmasına olanak sağlanmalıdır. Okulda her zaman görevli veya görevliler var ki okul bekleme yerine çocuklara yardımcı olabilir. Bu konuda kentin gönüllüleri de katkı sunacaktır. Bunu merkezi hükümet yapmıyor ise yerel yönetimler de yapabilir.
Tatil demek bütün gün yatmak değildir. Tatil derslerin olmamasıdır ama eğitim süreklidir. Çocuklarımızın bu zamanlarını da eğitime dönük etkinlik alanları yaratmak bizim görevimiz olmalıdır. Çünkü okullar tatil olduğunda binalar tatile çıkmaz.
İnce hisler kaba insanlarda bulunmaz. Yeryüzünde 664 yıllık gelenek var mı? Varsa kaç tane var? Bizler şanslı mıyız? Bu soruları çoğaltabiliriz. Evet bizler şanslı insanlarız. Medeniyetin başlangıcından beri tarihin içindeyiz, yaşamın içindeyiz, dünyaya uzaydan bakınca insanoğlunun eliyle yapılmış tek eser görülür. O da Çin Seddi’dir. ‘Çin Seddi neden yapılmıştır?’ diye düşünürsek konuyu çok kolay çözeriz. Bilinen yapılış sebebi Çinlilerin kendilerini Türk saldırılarından korumak için yapıldığıdır. Bütün dünya az çok bunu bilir. Çinliler dünya kurulduğundan beri var ola gelen 8 ırktan biridir. Öyleyse ‘Türklerde Çin medeniyetiyle birlikte var olmuşlardır’, yorumunu yapabiliriz. Çinlileri yabana atmayalım. Dünya medeniyetine; kağıdın bulunması, pusulanın bulunması, barutun bulunması, ilk baskı mekanizmalarının bulunmasının yanında daha birçok keşfe de imza atmış insanlardır. Günümüzde Çinliler tekrar ağırlığını koyuyorlar. Dünyada iki güçlü kutuptan biri Çin artık. Çin olmadan dünya çapında bir iş çevirmek mümkün değil. Dünyaya racon kesen Amerika her işte karşısında Rusları değil artık Çinlileri buluyor. Bana göre her şeyi çok ince eleyip doğru stratejiler üretiyorlar. Piyasalar Çin mallarıyla dolu. Sokaklar Çin malı otomobilden geçilmiyor. Almanya da Çin malı arabalar kendi arabalarından daha çok satılıyor. Oysa dünyanın Toyota’dan sonra en çok satılan arabası WV geçen yıl Çin’de sadece bir araba satabilmiş. Düşünülmesi gereken bir konu bu buradan şu sonucu çıkarabiliriz; bu dünya devi Çin, yoksulluk sarmalından kurtuluyor ve kendilerini toparladılar ama bizler de vardık, var olacağız, bu sıkıcı dertleri söküp atacağız. Peki 664 yıllık geleneğimiz yani Kırkpınarımız kimde var, biz gerekeni yapabiliyor muyuz derseniz orada duralım ve konuya bir göz atalım. Kırkpınar 700 yıla yakın bir zamandır yapılıyor ve bundan daha eski bir gelenek yok. Çünkü 200 yıl önce Almanya yok, Avusturya var, Purusya var. Kendi olmayan ülkenin geleneği nasıl olsun. Bir çırpıda hatırlayacağımız her yüz kişiden 50 sinin şıp diye söyleyeceği Sumo güreşleri var. Wimbledon tenis turnuvası var ama hiçbiri Kırkpınar kadar eski değil. Üstelik Kırkpınar sadece bize ait, üzerinde bizim de yaşadığımız şehirde yani Edirne’de var. Bundan güzel bir gurur olur mu? Ancak bir şeyi sevmek ona zaman ayırmak onu yaşamak için onu hissetmek için yoksulluğu yenmemiz gerekiyor. Yoksul insan geçim derdinden etrafını da göremiyor, güzellikleri yaşayamıyor. Yıllar var ki Kırkpınar’ı yerinde izleyemedim, onu yaşayamadım. Sebep yaşam gailesi. Artık bunlar bitsin istiyorum ve ömrümüzün sonunu, yarını nasıl çıkacağız düşüncesi olmadan geçelim istiyorum. Etrafımızda gördüğümüz endişe verici hareketler, 3. Dünya harbi endişesi olmadan yaşayabilir miyiz? Bütün mesele bu. Bunları yenmeden nasıl Kırkpınar’ı sindirelim.
Açık açık, dillerine dolanmış, yazıyorlar, söylüyorlar, “BURADA ÜLKE ÇIKARLARIMIZ VAR!..” diyorlar. Yani bu tavrın açıkçası, “DÜNYANIN NERESİNDE MADDİ BİR KAYNAK VARSA, GÜÇLÜYÜZ, HİÇ BİR ÜLKENİN, TABİAT VARLIKLARININ GÖZÜNÜN YAŞINA, KANINA BAKMADAN, HER TÜRLÜ HİLE, SİLAH VE GASP İLE SÖKE SÖKE ÇIKARIMIZI ALIRIZ!..” diyorlar. “ÜLKEMİZİN ÇIKARLARI” deyince, çoğunun hoşuna gider de, “ÇIKARCILIK” dünyanın en negatif işlerindendir, işlerine gelmeyen kişiler veya ülkeler, sırası geldi mi bu dünyada da, ahrette de mutlaka öğrenirler!.. “ÇIKAR,” kavramının “HAK EDİŞ” ile karıştırılmamalı!.. Tabi ki, hak ettiğin ise, değerlendirilmesi, kazancı, emanetliği, SINAV SEBEBİ olarak sendedir!.. Hakkın ise tabi ki koruyacaksın, kimsenin hırsızlığına, barbarlığına teslim etmeyeceksin!.. Meselâ: Vatan toprakları, senin sınavındır, hakkındır, vatanın temizliğini, yer altı ve yer üstü kaynaklarını, hayvanlarını, ormanlarını, tohumlarını, sularını, havasını korumak ölüm kalım vazifen, ayrıca, birileri “ÇIKARIM BURADA” deyip, sana emanet kutsal emanetleri senin elinden hile, silah ile gasp edip almak istiyorsa, canınla, malınla, bilimle, o negatif güçlerle savaşmak farz!.. HAK EDİYORSAN, YETMİŞ İKİ DÜVEL GELSE ÜSTÜNE, SANA EMANET HAKKINI KİMSE ELİNDEN ALAMAZ!..
AMA, VATANIN, EĞİTİMİNİ, HAVASINI, SUYUNU, TOPRAĞINI, BOZULMAKTAN KORUMUYORSAN; HAYVANLARINA, SOKAK CANLARINA, AĞAÇLARA, ORMANLARA ZULMEDİYOR, LÜKSE İSRAFA DADANIYORSAN, O ZAMAN İŞİN ÇOK ZOR BE KARDEŞİM!..
Kuran’ı Kerim. Sure 41/Ayet 33-34: “Ben gerçek Müslümanlardanım” deyip, Salih amel işleyerek, Allah’a ibadete çağıran kimseden daha güzel sözlü kim var? *İyilik ile kötülük bir olmaz. Kötülüğe ondan daha güzelini tutarak karşı gel. Böyle yaparsan, aranızda düşmanlık bulunan kimse, candan bir dost olur. *İyilikle kötülüğü önleme hasletine ancak sabredenler kavuşturulur. Buna büyük mükâfatı olan ancak kavuşturulur.
Emekli İlkokul öğretmeni Kadriye Dağ öğretmenlik anılarından oluşan “Gün Çiçekleri” kitabıyla okurlarıyla ikinci defa buluşmanın mutluluğunu yaşıyor.
Yayınlanan ilk kitabı olan “Gönlüme Güz Düştü” ile okurlarıyla şiirleriyle buluşan Kadriye Dağ ikinci kitabında öğretmenlik yıllarının anılarını okurlarıyla paylaştı.
1950 yılında Malkara ilçesinin İshakça köyünde doğan yazar ilkokuldan sonra ailesinin bütün karşı çıkmalarına karşın öğretmeni Hasan Durmaz’ın desteği ve ailesini ikna etmesi sonunda Bolu Yatılı Kız Öğretmen Okulu’nu kazanarak eğitimin ardından mesleğinde hep köy okullarında yaptı.
Kadriye Dağ’ın mükemmel Türkçesiyle kitabında sıcak insan ilişkileri, zorluklar karşısında yılmadan mücadele eden aydın bir Türk kadınını görüyoruz.
Çocukluk anılarına sık sık dönüyor Kadriye Dağ kitabında. Köyde çocuk yaşında bakırağacı ile su taşıyan, annesinin yaptığı soğanlı katmeri anlata anlata bitiremeyen, mutfaklarında tel dolaplardan, evlerinde isli gaz lambası şişelerini nasıl temizlendiğine kadar şimdiki kuşakların bilmediği, yaşayamayacağı sıcak anılarla dolu satırlar sıralanıyor sayfalar boyunca.
Çocuklun anılarının içinde orak zamanında elle orak biçtiğinden, harman zamanlarından da söz ediyor.
Genç yaşında öğretmenliğinin yanında bir de müdürlük yaptığı okulda öğrencilerinin sorunlarıyla yakından nasıl ilgilendiğini, çocukların anne babalarının cahillikleriyle nasıl başa çıkmaya çalıştığını da hüzünle okuyoruz sayfalar boyunca.
Ve mesleğinin bütün zorluklarının üstesinden gelmeye çalışırken 3 tane de evlat yetiştiriyor yazarımız, hepsini eğitimin en yüksek seviyelere taşıyarak.
Geçimi için köyde tavuk bakan, yumurta satan Kadriye Dağ sinemaya tiyatroya gidememenin ezikliğini hissettiriyor satır aralarında.
Engelli çocuklara da el atıyor Kadriye Dağ öğretmenimiz. Onların ilgiyle, sabırla ve sevgiyle yaşama, hayata katılması gerektiğini belirtiyor.
Müfettişin kirli çamaşırlarını da gülümseyerek okuyoruz satır aralarında. Diploma konusunda yardım ettiği birisinin verdiği 50 lirayı almak istememesi ama “Hocam kendinize etek alırsınız” diyen memleketimizin insanlarının cömertliğini de görüyoruz kitabımızda.
Köyden çıkarak uzun yıllar köylerde çocukların aydınlanması, eğitilmesi için mücadele eden yazar Kadriye Dağ emeklilik günlerinde de üretmeye devam ediyor.