Kategori arşivi: Yazarlar

MÜNİH’TEN SAROS’A

1973 yılında Edirne’den Almanya’ya ayak bastığında 23 yaşında üniversiteyi yeni bitirmiş mesleğinde deneyimli bir elektrik mühendisiydi.

Gittiği gibi Münih’te yaşayan akrabaları sayesinde BMW motor şirketinde işe başladı. Sevdi işini, fabrika yönetimi ve mesai arkadaşları da onu. Çocukluğundan beri ilgili olduğu motosiklet dünyasının içinde buluvermişti kendisini.

Gülçavuş sahili. 1970 li yıllar.

Edirne’nin sokaklarında az mı Jawa bağırtmıştı babasından habersiz çaldığı motoruyla. Kendisinden 3 yaş küçük Emin arkadaşıyla birlikte Trakya’nın en ücra köşelerine ulaşmayı başarmışlardı. Emin’in 50’lik Honda Cup’una hayranlık duyar, hıncını Jawa’nın gazını kökleyerek çıkartmaya çalışırdı.

Çalıştığı BMW firması Dünya’nın en iddialı motorlarından birisini çıkardı aynı yıl. 1973 model R 90 S. “Gümüş Duman”. Adeta aşık olmuştu bu motora. Mesai saatleri boyunca işini yaparken üretim bantları arasında dolaşır, o zaman için sahip olmasının imkanı olmadığı bu dehşet makineyi gıpta ile izlerdi.

İki yıl içinde işinde ustalaşmış, maaşı artmış ve artık bu motorun ikinci elini alabilmeyi başarmıştı. İş yerinde tanıştıkları ve sonradan sevgili oldukları Angela’nın da ısrarlarıyla birlikte 1200 mark katkısı da olunca yola çıkma zamanı gelmişti artık.

Motorunun bütün bakımlarını Angela ile birlikte yaptılar. Bütün vidaları elden geçti, yağını değiştirdiler, frenlerini son kez kontrol ettikten sonra motorlarına yükledikleri çadır, uyku tulumları ve matlarıyla birlikte Türkiye’ye doğru yola çıktılar.

Bülent öğretmen çocukları eğitmeye devam ediyor.

İki haftalık izinleri vardı ve kat edilmesi gereken 4 bin kilometre yol.

Sabah erken çıktılar Münih’ten yola. Avusturya’da Viyana’da geçirdikleri bir kaç saatten sonra Yugoslavya’da yol kenarında bir benzinlikte gecelediler çadırlarını kurmadan uyku tulumlarının içinde. İkinci gün Yugoslavya’yı boydan boya geçip bitirdikten sonra Sofya’ya günün akşam saatlerinde girdiklerinde 1300 km’nin üzerinde yol almışlardı.

Üçüncü gün öğlen saatlerinde ulaştılar o yılların küçücük Kapıkule’sine.

Gümrükte işleri bittikten sonra heyecanla motorun gazına asıldığında arkasında oturan Angela’nın vücuduna sarılmış elleri onu yavaş gitmesi konusunda uyarıyordu.

Bülent Karakaş. 50 yıldır sahilin gönüllü bekçisi.

Edirne’ye girdiğinde Saraçlar’da turladı önce. Özlemişti doğduğu büyüdüğü kenti. Tur dönüşü Çatı Restoran’a götürdü Angela’yı. Sözü vardı Edirne’de en çok Çatı Restoran’da yemek yemeyi istiyordu. Gençlik ve öğrencilik yıllarında parası olmadığı için kapısından giremediği Çatı Restoran.

Yemek sonrası Ayşekadın’da yaşayan anne babasının evine geldiklerinde önce yaşanan sevinç Angela’yı gördüklerinde şaşkınlığa dönüşse de çat pat Türkçesiyle Angela’nın samimi tavırlarıyla sıcak bir ortam oluşu vermişti  hemen.

İki gün boyunca Edirne’nin tarihi, turistik her yerini gezdiler birlikte. Temmuz ayının bunaltıcı sıcaklığı sonunda Angela’ya verdiği söz için Saros’un yolunu tuttular.

Enez’e varmaktı amaçları yola çıkarken. Enez’e yaklaştıklarında sol tarafa kıvrılan köy yolunu arkadan uzattığı eliyle işaret etti Angela. Direksiyonu kıvırarak daracık, toprak köy yolunda ilerlemeye başladı Gümüş Duman homurtular çıkartarak.

Dümdüz ilerledikten sonra Küçükevren’de aldıkları tarif onları Gülçavuş’ta Şezai’nin işlettiği köy kahvesiyle buluşturdu. Yorgunluk çaylarını içtikten sonra saldılar kendilerini sahil yoluna doğru bir de ne görsünler?

Çifter koşulmuş öküz/inek arabaları ardı ardına sahile doğru inmekte. Gülçavuş köylüleri sahile yakın kuyunun başında testilerine su dolduruyorlar sahile ulaşmaya çalışıyorlar. Yanlarında paket paket kumanyalar, sarmalar, börekler. Adetiymiş köyün, her hafta sonu deniz kenarında piknik yapılır, akşam en son öküzler de deniz içinde yıkandıktan sonra köye dönülürmüş.

Sahile vardıklarında Angela motordan atladığı gibi ellerini açarak Saros ile kucaklaştı. Dizlerine kadar girdiği denizde ayaklarını çırparak neşeyle gülerek;

“İşte bize üniversite’de derste anlattıkları, ansiklopedilerde okuduğum, hayran olduğum, merak ettiğim Saros. Burası Dünya’da kendi kendini temizlemeyi başarabilen çok az yerden birisi. Bak şu güzelliğe iyi ki beni buralara getirdin.”

Sahilde neşe içinde oynayan çocukları izleyerek motorun üzerindeki eşyaları boşalttıktan sonra kuytu bir yere kurdular çadırlarını. Malzemelerinin bazılarını da çadırın içinde koyduktan sonra sahilde yürüyüşe çıktılar. Kendileri gibi üç çadır ve birkaç tane barakadan başka bir şey yoktu sahilde.

Çocukların yanından geçerken kendilerini izleyen meraklı çocuklarla sohbete başladılar. Nerden geldiniz, motor kaç basıyor sorularından sonra isminin Bülent Karakaş olan 9 yaşlarında bir çocukla sohbeti koyulaştırdılar.

Gülçavuş köyündenmiş Bülent. Büyüyünce öğretmen olmak istiyormuş. Çok seviyormuş köyünü ve bu sahili. En çok da sahile ve denize çöp atanlara kızıyormuş.

Angela çat pat Türkçesiyle; “Bulent buyalara sahip çıykın, dünyanın en güzel yeyleri.”

**

……..(50 yıl sonra)

Akşam saatlerinde indiğim Gülçavuş sahilinde rastladığım yaşlı bir amcanın anılarını naklettim üstteki yazıda. Yanında bembeyaz saçlarıyla etrafı sevecen gözlerle izleyen bir de kadın vardı. Sormadım ismini. Ama bana Bülent Karakaş’ı sordular. Öğretmen olduğunu ve Gülçavuş sahilini koruyan mücadele eden en önde gelen isimlerden birisi olduğunu anlattım. Sevindiler. Selam ilettiler Bülent öğretmene. 50 yıl öncekine benzer bir halde buldukları Saros onları çok mutlu etmiş, iletmemi istediler Bülent öğretmene.  Biraları bittikten sonra bana veda ederek bindikleri Scooter motorlarıyla geldikleri yöne doğru yola çıktılar.

ANLAMAK!

Sunay Akın’ın geçen hafta sosyal medya hesabından Fatih Altaylı’nın tutuklanmasına neden olan programını seyrettikten sonra, yaptığı bir paylaşım oldukça dikkat çekti.

Akın’ın Türkçe öğretmenlerine, “Lütfen dilimizi öğrenmeyen, öğrenemeyen öğrencilerinizi mezun etmeyin… Ne olur, okuduğunu, duyduğunu anlamayan insanlara Türkçe konusunda yeterlilik vermeyin…” şeklindeki paylaşımı ile geçen hafta Edirne’nin sahil ilçesi Enez’deki bir toplantıda dile getirilen bir ayrıntı aynı zamana denk gelince sanki pişti oldu…

Enez Sahil Sakinleri Derneği’nce “Konuşan Enez” programı kapsamında düzenlenen ilçedeki örgün eğitim ve öğretimin yerel sorunlarının görüşüldüğü toplantıda çözüm önerileri ele alınırken, bugün liseye kadar gelmiş bazı öğrencilerin hala okuma/yazma konusunda yetersiz olduğuna dikkat çekilmesi sorunun vahametini en net biçimde ortaya koydu…

**

Hudut Gazetesi olarak biz de toplantıda dile getirilen bu ilginç saptamayı “Eğitimin hal-i pür melali!” başlığı ile gazetemizin manşetinden okurlarımızla paylaştık.

Hani derler ya, “Güleriz ağlanacak halimize…” 

Fıkra gibi:

Öğretmen, öğrencisine sorar:

-Evladım, anlamadığın yeri neden sormadın?

Öğrenci cevap verir:

-Hocam, anlamadığım yeri anlamadım ki nereyi soracağımı bileyim!

Durum bu!

**

Sunay Akın’ın ironik çıkışı ile Enez’deki yerel toplantıda dile getirilen somut gözlemin yan yana gelmesi gerçekten çarpıcı…

Her ikisi de Türkiye’de anlama, dil ve eğitim konusunda yaşanan yapısal bir sorunun farklı yüzlerini gösteriyor…

Anlamak, sadece bir sözcüğü bilmek değildir.

Okumak da sadece harfleri birleştirmek değil.

Asıl mesele, satır aralarını görebilmek, anlatılanı çözümleyebilmek, düşünsel bir kavrayışa sahip olabilmektir.

Ama bu seviyeye ulaşmak, sınav puanlarıyla, test çözümleriyle değil; kitap okuyarak, tartışarak, düşünerek, dinleyerek ve en önemlisi dili doğru kullanarak olur.

**

Şu soruyu kendimize sormalıyız:

-Anlamayan bir vatandaş demokrasiyi nasıl savunur?

-Anlamayan bir seçmen, seçimini nasıl bilinçle yapar?”

Anlamak bireysel bir beceri gibi görünse de toplumsal bir sorumluluk taşıyor.

O nedenle öğretmenlere, ailelere, yazarlara, gazetecilere, hatta yerel sivil toplum örgütlerine büyük görev düşüyor.

Çünkü Enez’de konuşulan o sorun, belki İstanbul’da, İzmir’de, Diyarbakır’da farklı biçimlerde yaşanıyor.

Ve unutmayalım:

Dilini tam öğrenemeyen bir toplum, neyi savunacağını da, nelerden korkacağını da bilemez!

**

Yaşamım boyunca hiçbir siyasi partiye üye olmadım.

Elbette bir vatandaş olarak gittim oyumu kullandım, bir gazeteci olarak da mümkün olduğu kadar izlemeye, neler oluyor anlamaya çalıştım, hala da çalışıyorum.

Bugün 30 Haziran 2025 Pazartesi…

Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) 38. Olağan Kurultayı’nın iptali ve parti yönetiminin görevden uzaklaştırılması talebiyle açılan dava bugün görülecek.

Gözler bir kişinin üzerinde…

Kim mi?

“Mahkeme kararlarına nasıl uymam” diyen kişi ile bu ülkede adalet yürüyüşü yapan kişi aynı kişi..

Bu fıkra da bu kadar…

**

Ne diyelim…

Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az!

VAR MI

“Oh!.. Artık çok rahatım, karnım tok, sırtım pek, keyfim de yerinde ama daha çok keyif için, keyifli spor olsun, keyifli yiğitlik olsun diye, gidip silahın kralını alayım, kırda, bayırda ki masumları öldüreyim de el-alem yiğit görsün!..”
VAR MI, BÖYLE BİR İNSANLIK?..
VAR MI, BÖYLE BİR DİN, İMAN?..
VAR MI, BÖYLE BİR ADALET?..
VAR MI, BÖYLE BİR DÜNYA?..
Mümkün değil, olmaz, olamaz!..
Ne, Hak’la, ne din ile, ne adaletle, ne karakterle, ne vicdanla, yani “İNSANLIKLA UYUŞMAZ “ ki, zevk için, kâr için masumu öldürmek!..
Allah’ın bir sebeple “Yaşasın!..” diye yarattığı hayvanların zevk için canlarına kıymak da ne demek?..
“ÖLDÜRME SAKIN!” emri elde iken:
Yaşam mücadelesinde, yavrularını büyütme çabasında, rızkının peşinde olan masumlara karşı silahlanıp, kurşunlayıp kıyım yap, sonra da ADINI, kâr, spor, yiğitlik koyun!..
ANCAK KENDİNİZİ KANDIRIRSINIZ!..
Asırlardır böyle yaparsınız, asırlardır da, verilmedik azap kalmamış, nice nesiller, ülkeler mahvedilmiş, cezasız kalmadığını anlayın diye!..
ANLAYIN ARTIK!..
Biz de kınayan da yok zalimliği, en yazığı da bu!.. Sayınca yüz milyon ama…

ZALİMLERE müsâde edenler de, onlardan sayılır, biline?..

Kuran’ı Kerim. Sure 12/Ayet 40:
Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanlardan çoğu bilmezler.

ÜNİVERSİTE GİRİŞ SINAVLARI

Gençlerin en büyük sorunu gelecek oluyor. İster klasik ister meslek lisesi olsun, bu öğretim kurumlarını bitirmiş olan genç için hayat başlıyor. O kimse doğrudan iş hayatına atıldığı gibi sevdiği ve yeteneği olduğu bir branşın daha ilerisi için Üniversite tahsili yapmak ister. Peki nasıl olacak bu, elbette üniversiteye girmekle olur. Olur ama bu konuya heves edenler alınacak öğrenci sayısının üzerinde ise o zaman bir eleme sistemi uygulamak gerekir. Eleme sistemi koşu yarışı olmayacağına göre en uygun eleme sınav olur.
21 Haziran ve 22 Haziran tarihleri arasında böyle bir sınav yapıldı. Üniversiteye girecek kimseler belirlenmiş oldu. Bu sınav sınıf geçme kalma şeklinde değil puanlama şeklinde oluyor. En yüksek puandan başlanıyor, aşağı doğru gidiliyor. Bunu üniversite belirliyor. Bu puanları tutturamayan üniversiteye giremiyor.
Bu yıl üniversite sınavlarına 2,5 milyon aday girdi, alınacak öğrenci 1,5 milyon, geri kalanları gelecek seneye kaldı, ne yaparsın kader böyle. Bu sınavlara — YKS — sınavları deniyor. Bu sınavlar da gözde üniversitelerin puanlamaları daha yüksek oluyor, o puanı tutturup o üniversiteye girmek daha zor oluyor.
Bu sınavlar klasik lise ders programlarına göre hazırlanmış. Meslek okulundan mezun olan bir kimse bazı soruları cevaplayamaz, çünkü o konularda ders görmemiştir. Örneğin, biyoloji, mantık, felsefe, trigonometri. Meslek okullarında klasik liselerdeki kadar matematik, edebiyat okutulmuyor. Meslek okulundan mezun olanlar bu konulara cevap veremez. Peki bu durum anormallik değil mi? Elbette anormallik, peki nasıl olmalı? Meslek liselerinden sınava girenler için ayrı sınav olmalı ve meslek liselerinde okutulan derslerden sorular sorulmalı, o zaman bu haksızlık giderilir. Yahut da fakülteler meslek liseliler için ayrı sınav yapmalı. Niye meslek teknik lisesini bitirmiş bir kimse mühendislik fakültesine giremesin, Ticaret Lisesi mezunu bir kimse ekonomi tahsili yapmasın, İlahiyat mezunu bir kimse hukuk fakültesine giremesin. Buna benzer sistemler uygulanmalı. Hiç bilmediğin bir konuda bir genci sınava sokarsan elbette başarılı olamaz.
YKS sınav sistemi uygulamazdan önce Yıldız Üniversitesine girmek için klasik liseliler için ayrı sınav, Teknik liseliler için ayrı sınav yapılırdı. Klasik lise mezunlarına okudukları derslerden, Teknik lise mezunlarına matematik, teknik resim soruları sorulurdu, kontenjan yarı yarıya idi. Mühendislik tahsili yapacak kimseye biyoloji, edebiyat, felsefe ne işine yarar, bu anormallikler üniversite giriş sınavlarında düzeltilmeli. Üniversiteye girmek bir dert, üniversiteden mezun olmak bir dert, üniversiteden mezun olduktan sonra iş bulmak ayrı bir dert. Üniversite tahsili yapmış çoğu gencimiz iş bulamayıp bunun sıkıntısı içinde aylak aylak geziyor, sonrada kendine soruyor — Ben bu tahsili niye yaptım? — Buda hayatın gerçek tarafı.
Meslek okulları ne öğretir, meslekle ilgili konuları öğretir yani gencin bileğine altın bilezik takar. Buradan mezun olan bir genç hayatına bir istikamet vermiştir, iş bulmakta fazla zorlanmaz. Klasik lise ne öğretir, bu bilgiler bir meslek bilgisi değildir. Bir nevi üniversiteye hazırlıktır. Klasik liseden mezun olan bir kimse mesleksiz biridir, iş bulmakta zorlanır, çünkü klasik liseler meslek öğretmez.
Türkiye’de klasik lise kadar meslek lisesi var sınavı düzenleyenler klasik lise ders programına göre sınav düzenliyorsa çok büyük hata ve haksızlık yapıyor demektir. Üniversiteye giriş sınavları öğretilen derslere göre yapılmalı. Bu tarz sınav sistemi bir gencin ideolojisini baltalıyor, genç ideoloji güdemiyor. Puanlamaya göre kaç puan almışsa o fakülteye branşa girmek zorunda kalıyor. Genç için ideal yok ediliyor, umudumuz daha iyi, haklı bir ÜNİVERSİTE GİRİŞ SINAVLARI.

E N’oldu Bu İran’ın Hali

Kulaklarını buradan da çınlatayım, geçen gün Konuralp Ercilasun hocamla sohbet ederken bana şaka yollu takıldı; “senin oralar karıştı” diye. Ben de sosyal medya seviyesi analizlerden şikayet ederek “füze hızı yarıştırıyorlar” dedim, gülüştük. Geçen hafta yazmıştım sıralı elbette masaya oturacaklar diye.

NATO zirvesinde konu iyice netliğe kavuştu artık. ABD, İran ile görüşecek. İsrail de İran’ın zayıflamasından oldukça önemli bir fayda sağladı. Rejim değişikliği meselesine gelince; ABD böyle bir değişikliği lehine olduğu müddetçe ister ama Trump’ın dediği gibi bunu açıkça ilan etmesi diplomatik olmaz. Olmaz ama Amerikan devlet çıkarları da bahsettiğin şekildeki bir rejim değişikliği için hayır demez.

Ancak gelinen noktada artık net bir şekilde fark edilmesi gereken bir durum var. Bölgede çatışmalar yaşanır, belli bir aşamaya kadar yükselir ve ardından taraflar masaya oturur.

Yani öyle, “benim füzem 500 yapıyor sekiz vitesli, senin füzen eski model. Ben füzeyi bir attım mı yerin yedi kat dibine kadar indiririm. Ben füzemi arşa çıkarırım” şeklinde elinde sopayla televizyon stüdyolarında gezinmek bir uluslararası politika analizi değildir.

Özellikle alandaşlarımın artık bu hususlarda daha dikkatli ifade ve davranışlar sergilemesi uluslararası politika araştırmalarının ciddiyeti için de önemlidir. Hülasa bir başka çatışmada yine yeniden 3. Dünya Savaşı çıkacak çığlıkları arasında, stüdyolarda elinde sopasıyla kırsalda kaya gerisinden başıboş köpekten korunma refleksi ile gezinmeye kadar kısa bir ara.

Bu süreçte ABD ile Tahran masaya oturacak, nükleer kapasitenin kısıtlanması için belli bir seviyede anlaşılacak. Bunun dışında alt-sistemik yapının birimleri denge noktasında buluşacak. Çünkü güç dengesi diye bir kavram var.

Öğrenelim bunları artık ve inkâr etmeyelim, inkâr edenlere ehemmiyet göstermeyelim. Haftaya görüşmek dileğiyle memleketimin güzel insanları.

Enez Devlet Hastanesi’nde Randevu Sorunu!

Sorun demek ne kadar doğrudur bilemiyorum ama bir şeyler iyi gitmiyor ve günlerdir, belki de aylardır devam ediyorsa yazımın başlığı doğru diye düşünüyorum şahsen!
Aslında tabelada Enez İlçe Devlet Hastanesi yazması da tartışılmalı bence.
Çünkü sadece aile hekimleri, 1 uzman hekim (ki o da aile hekimi) ve 1 de diş hekimi ile ‘hastane’ statüsü kazanılmış oluyor mu bilemiyorum!
Yazımın başlığına dönersek; bizzat yaşadığım ve pek çok hastanın da aynı konuda muzdarip olduğuna tanıklık ettiğim bir konuyu gündeme taşımayı kendime görev saydım bugün.
Her ne kadar istemesem de yaş 70’e dayanınca ufak tefek rahatsızlıklarla da mücadele etmek zorunda kalıyoruz maalesef.
Rutin kontroller nedeniyle kan tahlili yaptırmam gerektiği için, MHRS üzerinden buna yetkili uzman aile hekiminden ilk hasta olarak dün saat 09.00 için randevu almıştım.
Gelen mesaj ve aranmayla da bunu tekrar onaylamıştım.
Hastaneye gittiğimde girişte tekrar kayıt olmam istendiği için sıraya girdim ve barkotumu alarak uzman aile hekimini beklemeye başladım.
Bu arada aldığım barkot üzerinde sıra no 9 yazdığını görünce birden içime bir kurt düşmedi değil hani!
Nitekim muayene olarak 1. sırada olmama rağmen içeri bir başka hasta alınınca, çağrılan hasta ile aynı anda içeri girdim ve özür dileyerek bir hafta öncesi randevu aldığımı ve ilk hasta olarak çağrılmam gerektiğini söyledim.
Uzman aile hekimi gayet kibar bir şekilde; “Beyefendi haklısınız. Ancak ben sistemden sadece bugün gelip müracaat eden hastaları görebiliyorum. Yani e devlet üzerinden yapılan başvuruları göremiyorum. Sistem hala entegre olmadı maalesef. Hanımefendi çıkınca sizi alırım” demek zorunda kaldı.
Meğer benimle birlikte e devlet üzerinden saat 09.10-09.20 ve sonrası için randevu alan pek çok hasta varmış ve hepsi aynı şekilde hesabını hekimden sormaya kalktılar doğal olarak.
Bunun için bir entegrasyon işlemi yapmak bu kadar zor mu Allah aşkına?
Bu kadar kolay bir işlemi yapmayarak hem o hekimi zor durumda bırakmak, hem de günler öncesinden randevu alıp gelen hastaları bekleterek mağdur etmek doğru mu?
Umarım acilen gereken entegrasyon yapılır ve bu gibi mağduriyetler giderilir.
Ve hiç değilse yaz aylarında en çok ihtiyaç duyulan branşlar için yeterli sayıda uzman hekim görevlendirilir.
Malum, Enez’in yaz nüfusu 100 bine yakın ve yüzde 70’i de yaşlı!

YAŞAMIN İYİSİ

Bugüne gelinceye kadar, DİLE KOLAY tam ondört asır geçmiş, Kuran’ı Kerim’in apaçık ayetleri halâ nasılda anlaşılmamış akıl alacak gibi değil ya!..
Anlaşılmış olsa, dünya ülkeleri bereketlerle dolup taşardı herhalde!.. ,
Yaratanımız açıkça bizleri yazılı ayetleri ile uyarır!..
“YARATAN’DAN ÖTÜRÜ” TÜM YARATILANLARA, ADALET, TEVAZU, SADAKAT, İYİLİK, SAYGI, SEVGİ vs. gösterip yaşamak, HAK’KIN YOLU!..
BU, “HAK” KIN YOLUNU BİLİMLE, SANATLA GELİŞTİRE GELİŞTİRE UYGULAYARAK YAŞAYIP ÖLENLERE NE MUTLU!..
“İYİLİK, ADALET, TEVAZU, SADAKAT, SAYGI, SEVGİ, SANAT, BİLİM vs. de neymiş?..
Zaten “BİR” gören de yoktur, ölünce de işimiz biter” diyerek; Masum insan, hayvan, ağaç ve bitkileri eze, söve, taşlaya, KÖTÜLÜK ederek yaşayanlara da, ölenlere de GEÇMİŞ OLSUN!..

ANLAYACAĞIN DİLLE OKUYUNCA ÖĞRENMEK ÇOK KOLAY HALBUKİ!..

Kuran’ı Kerim. Sure 30/Ayet 10:
Sonunda, Allah’ın ayetlerini yalan sayarak ve onları alaya alarak kötülük yapanların akıbetleri pek fena oldu.

ÇEVRE VE PARA

Edirne Belediyesi Meclisi’nin 4 Şubat 2025’te oy birliği ile kabul ettiği ve kamuoyunda büyük tartışmalara yol açan, Maliye Hazinesi’ne ait bazı parsellerin “Özel Yurt Alanı” ve “Ticaret ve Konut Alanı” olarak imar planı değişiklikleri oldu.

Kentin duyarlı kişi ve kurumları buna itiraz ettik. Bereket avukatlık ücreti vermiyoruz ama dava açma ücreti, harç-pul gibi masraflar derken 15-20 bin lira gitti bile. Devamında keşif ve bilirkişi gereği görüldü. Üç davanın masrafına 105 bin daha eklendi. Yarın daha ne olacağı da belirsiz.

Bu örneğe benzer durumları araştırdım. Ergene kirleniyor dedik. Toplantılar, etkinlikler, eylemler yaptık. Siyasiler proje üstüne proje vaat ettiler. Her seçim öncesinde masmavi Ergene dediler. Olmadı. Sonunda Tekirdağ Ergene Derin Deşarj A.Ş.’nin projesi uygulandı ve temizlendi denen Ergene suyu yatağına değil de Marmara Denizi’ne derin deşarj ile akıtıldı. Bu süreçte 18 kişi, çevreye, topluma, geleceğe olan sorumluluk duygusuyla dava açtı. Bugüne kadar 150 bin liraya yakın masraf ettiler. Ve en zor engel geldi karşılarına; bir buçuk milyon.

Bayraklı’daki ormanlık alanla ilgili aldığı sınır kararına karşı açılan davada 180 bin TL’lik bilirkişi ücreti istendi. Rize’de HES’e karşı açtığı davada bilirkişi ücretlerini ödemek için ineğini satan Kazım Delal, Amasya’da yine HES’e karşı verdiği mücadelede mahkeme masraflarını ödemek için koyunlarını satan Durmuş Ergül’ün hikâyesi hafızalarda yerini koruyor. Sinop Nükleer Güç Santralı davasında ödemek zorunda olduğu bilirkişi ücreti 800 bin TL’yi aştı. Yine İstanbul’a ihanet olarak adlandırılan Kanal İstanbul’a karşı açılan onlarca davada keşif ücreti 1 milyon liraya yaklaştı.

Kaz Dağları’ndaki mücadeleyi de unutmayalım. Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği Başkanlığı 77 dava açıldığını, 40 davayı kazandıklarını, 8 davayı kaybettiklerini, 14 davanın düştüğünü, 15 davanın ise sürdüğünü belirtiyor. Maliyetini varın siz hesaplayın.

Yüzlerce örnek sayılabilir. Ve itiraz edenlerin hiçbir menfaati yok. Kamusal duyarlılıkları onları mücadeleye zorluyor.

Biz yurttaşların anayasal görevleri ve ödevleri içinde kamusal varlıkları korumak vardır. Yani ormanlarımızı, suyumuzu, doğamızı, yapılarımızı korumak devlet ile birlikte bizim de görevimiz. Bu görevi yapmaya çalışan sayısı belli duyarlı kesimlerin de önü kesiliyor.

Çevre hukukunun sağlanması ve geliştirilmesinin vazgeçilmez yolu çevre davalarıdır. Çevre davaları aynı zamanda, Anayasa’nın 56. maddesinde yurttaşa yüklenen çevreyi geliştirme, çevre sağlığını koruma ve çevre kirlenmesini önleme ödevi için en etkili araçtır. Yurttaşın bu ödevi yerine getirebilmesi için mahkemeye erişim hakkı, hak arama özgürlüğünün güvence altına alınması zorunludur.

Çevre davaları kamu yararına olur, hele yöre halkı açarsa. Çevre davalarının hiçbir mali külfeti olmadan açılabilmesi gerekir. Hak arama süreçlerine engel değil önayak olunmalıdır.

Şirketler arkalarına aldıkları siyasi güç ile hukukun arkasından dolanıyorlar. Projeleri dava ile sona erdiğinde süreç bir kez daha başlıyor. Birkaç küçük değişiklik ile yeni proje veriyorlar. Haydi bakalım yeniden itiraz yeniden ücretler yeniden bilirkişiler. İdareden aldıkları da aynı; bir siyasi güç aracılığından bürokratları tercihe zorluyorlar.

Maalesef ülkemizde kamu adına iş görenlerin ‘kamusallaşması’ şart. Devleti şirketlere sermaye aktaran en büyük kurum gibi görme aşamasına geldik. Devleti deniz yemeyeni domuz duruma getiren anlayışları değiştirmek zorundayız.

Biz kentliler olarak 105 bini bu kez yine dayanışma ile toparlayacağız bir şekilde. Ama nereye kadar? Karşımızda şirket olsa amenna. Karşımızda kamu adına koruması, yurttaştan yana değerlendirmesi gereken kamu idareleri yerine izin veren ve destek veren kamu kurumları oluyor. Çözüm her zamanki gibi; duyarlı yurttaşlar olarak çoğalmak ve örgütlü mücadele etmek.

KENDİ KIYMETLERİMİZİ YETERİNCE TANIYORMUYUZ

1 / Beyin bir donanımdır. Her insanda vardır. Akıl bir yazılımdır, her insanda yoktur.
2/ Evrendeki en mükemmel laboratuvar; insan beynidir. İstediğini düşünerek sentezler.
3/ Bilim insanı olmanın birinci şartı bilmediğini yüreklice söylemektir.
4/ Bir toplumun okuyup geçenlere değil, okuyup düşünenlere ihtiyacı vardır.
5/ Aptallaşmanın en kolay yolu merak etmeyi bırakmaktır.
6/ Karın tokluğuna yaşanan bir yerde ilkeli düşünce üretmek mümkün değildir.
7/ Çocuklar yetişkinlerden daha iyi akıl yürütürler çünkü ön yargıları yoktur.
8/ 200 kelimeyle düşünen biri iki bin kelimeyle düşünen birini asla anlayamaz.

                   İranlı güney Azarbaycanlı ülkemizde yaşayan DR Anuşirvan MİYANCI 

Yıl 1936 Yer Denizli ACIPAYAM (acı badem ) ilçesi. Öğretmenler pikniğe çıkarlar. Keçilerini otlatan küçük bir çobana rastlarlar. Çobanı yanlarına davet edip çay ikram ederler ve çobana ismini sorarlar; ‘Hüseyin’ der. Gazeteyi verip okumasını isterler; Hüseyin okuma yazma bilmediği için kabul etmez. Yaşını sorarlar 12 olduğunu, 3 yaşında annesini, 11 yaşında babasını kaybettiğini söyler. Öğretmenler Hüseyin’ in çok zeki olduğunu, okuması gerektiğini düşünürler.
Elbirliğiyle Hüseyin’i parasız yatılı okula yerleştirirler. Bir süre sonra katıldığı matematik yarışmasında Hüseyin’e bir kitap hediye edilir. Hüseyin kitabı bir gecede bitirir. Ertesi gün fen bilgisi öğretmenine gider; ‘hocam bu kitapta eksiklik var’ der. Öğretmen şaşırır. Hüseyin’in bahsettiği eksiklik Albert EİNSTEİN’in Görecelilik teorisi hakkındadır. Söz konusu teorinin önemli bir parçasının kitapta olmadığını fark etmiştir. Fen öğretmeni konuyu kendi hocası olan FİZİK PRF. Nusret KÜRKÇÜOĞLU’na mektup yazarak iletir. Nusret hocadan şu yanıt gelir;

‘Hüseyin liseyi bitirince elektrik mühendisliğine gelsin.
Hüseyin liseyi bitirir, İTÜ’ye gider. Denizlili öksüz ve yetim Hüseyin, okulda bir takım çalışmalar yapar. Hocaları bu çalışmalarını pek anlayamaz. Hüseyin’in çalışmalarını bilse bilse Amerika Boston’ da ki meşhur MIT (Massachusetts Teknoloji enstitüsünde) PRF MORS bilir diye düşünürler. Bir mektupla durumu iletirler. PRF Phlip Mc. MORSE’nin cevabı gecikmez; ‘Hüseyin’in bu yaptığını 5 sene önce bir gurup buldu ama bunu Hüseyin’in tek başına bulması çok önemli ve olağan dışı’ der. Ardından, ‘Hüseyin buraya gelsin, biz bütün masraflarını karşılayacağız’ diye ilave eder.
Hüseyin yüksek elektrik mühendisi olmuştur. Hüseyin’in Amerika’ya gidiş yol parası için bir gazete kampanya düzenler. Bir gemiyle Amerika ya gönderilir.
Sene 1952, ana baba yok. Hüseyin Amerika’da hocası PRF MORS’un karşısına geçer. MORS Hüseyin’in tez hocası olacak ama Hüseyin’ in İngilizcesi yetersizdir. Hocasına; ‘söylediklerinizi tahtaya yazar mısınız’ der. Hocası yazar o not alır. Hüseyin azimlidir. İngilizcesini ilerletir. Normalde 6 ila 9 yılda bitirilen tezi Hüseyin 3 ayda bitirir.
Hocasının karşısına geçip tezini veriri. Hocası tezi alır, gereğini yapar. Hüseyin’e – senin tezin bitti ancak bizim burası MIT, BİZ BURADA HEMEN DİPLAMA VEREMEYİZ, sen git şimdi istediğin dersleri al, 2 sene sonra gel’ der
Hüseyin 2 sene sonra doktorasını alıp bu kez New Jersey’deki PRİNCETON üniversitesine gider. Orada Albert EİNSTEİN ile çalışır. Birkaç yıl sonra Boston’a dönüp icatları destekleyen bir firmada çalışmaya başlar.
Burada bilgisayarlarla konuşmanın yollarını arar. Sonunda bilgisayara konuşmayla talimat vermeyi başarır. Konu hakkında çalışmalarını derinleştirir. Bu çalışmaları: Hüseyin YILMAZ’ı ölümsüzleştirir, yani sesle bilgisayara talimat olan SİRİ’nin mucidi yapar.
Kısacası kendi insanımızı hep küçümseriz ya, hiç te öyle değiliz, önümüz açıldığında gereğini yaparız.
Sene 1960’ların başıdır; bilgisayarı sesle kumanda etmeyi bulan Hüseyin Yılmaz’dır.
1955 yılında çalışmalarını yakından takip ettiği Albert Einstein, kendisi kadar ünlü FONKSİYONEL TEOSİRİSİNDE EKSİKLİKLERİ TESPİT EDER VE BUNU BİR MEKTUPLA EİNSTEİN’e iletir. Ancak mektup yerine ulaşmadan EİNSTEİN ölür. Bunu bir bilim dergisinde makale olarak yayınlar. Bilim dünyası ikiye ayrılmıştır.
EİNSTEİN’in çekim kuralına karşı Yılmaz KÜTLE ÇEKİM KURAMI da literatüre girer .
27 Ocak 2013’te de bu dünyaya veda eder.
Bugün dünyada çok popüler olarak kullanılan SİRİ, GOOGLE NAW, KORTANA gibi bütün o programlardaki sesli komut sistemi PRF. Hüseyin YILMAZ’ın eseridir. Kendisini kaç Türk tanır bilmem ama insanımızın önü açılınca neleri başarabildiğinin en güzel örneklerinden biridir Hüseyin YILMAZ.

BİRAZ EMEK

Beyin, göz, kulak, dil, burun, his, boşuna mı verilmiş insana?..
Şahit olduklarını görüp, biraz düşünce emeği vermez mi insan?..
Sadece birazcık, “DÜŞÜNME EMEĞİ!..”
Dünya çoğunluğuna bakarsak, hayretle görürüz ki,
BİRAZCIK DÜŞÜNCE EMEĞİ” ne de zor iş olmuş ya!..
“Ya YARATAN’IMIZIN, SONSUZ KUDRETİYLE, İMKÂNSIZI NASIL DA İMKÂNLI HALE GETİRDİĞİNİ GÖZ GÖRE GÖRE… O’UN NURLU, POZİTİF YOLUNA İMAN EDECEKSİN!..
Ya da, “BENİM BEYNİM VAR YA O BANA YETER” deyip İNKÂRI SEÇTİĞİNDE, şeytan ağzından girip burnundan çıkıp, seni ele geçirecek, başka bir seçenek yok!..” desem, bazıları bana gülerler!..
Gülerler ama, neden gülerler?.. Sayısız şahit olduklarına, birazcık düşünce emeğini zahmet görürler de ondan gülerler!..
Yani kolayına kaçarlar.
Ama biraz emek ver de baksana “ARI” nasıl da yaratılmış?..
Gözle yetmedi mi, büyüteçle bak, büyüteçte yetmezse, mikroskopla bak, nasıl da ilmik ilmik, SONSUZ BİR İLİMLE YARATILMIŞ!..ALIR MI AKIL?..
YETER Mİ BEYİN, “ANLADIM” demeye?..
Sonsuz ispatlarla dolu, çevremiz. Ayrıca, TEK BİR KİTAP DA VAR bize gerçeği bildiren… inkâr edenlerin KİTABI DA YOK Kİ!?..
Bir gün sormazlar mı, “Bunca ispat içinde, “Tesadüf” demeye SEBEP neydi, göstersene?.. diye.
Biraz emekle, çevremize bakarsak, ŞÜKRETMEK ÇOK KOLAY!..

İNKÂR da çok kolay, düşünce emeksiz bakar köre, duyar sağıra, olmuyor mu?..

Kuran’ı Kerim. Sure 42/Ayet 17:
O Allah’tır ki, hakla Kuran’ı ve adalet terazisini indirmiştir. Ve ne bilirsin? Belki saat… İman etmeyenler, onun acele olmasını isterler. İman edenler ise, hak olduğunu bildikleri için, mahvedici şiddetinden korkarlar. İyi bilin ki, …. hakkında mücadele edenler, haktan uzak bir delalet içindedirler.