Küreselleşme, Soğuk Savaş sonrası türetilen bir kavramdır. Doğu Bloku’nun dağılması sonucu, ABD’nin tek kutuplu dünya stratejisinin tezahürü olarak 1990’dan itibaren küreselleşen dünya hikâyesinin somut yansımaları görünür oldu.
1989’da Berlin Duvarı’nın çöküşünü tarihin sonu geldi artık liberal dünyanın değerleri geçerlidir diyen küreselleşme tasarımcısı ülkeler, aslında ekonomik açıdan parsayı toplayacaklarını iyi biliyorlardı. Teknolojideki gelişmeler de çevre ülkelerden kaynak aktarılmasını kolaylaştırmış, “gelişmiş ülke” coğrafyasında refahı yükseltmiştir. Madalyonun diğer yüzünde ise: çevre ülkelerde -onlara da başka bir komiklik ifadesi “gelişmekte olan ülkeler” denmektedir – yaşayan yoksul yığınlar vardır.
Kabaca üçayak üzerinden yürüyen küreselleşme mavrası: sermayenin, mal ve hizmetlerin, işgücünün dünya üzerinde serbestçe dolaşımını ifade eder. Üçüncü ayak yani işgücünün serbest dolaşımına ise yol verilmemiştir. Küreselleşen sermaye, ucuz işgücü sunan ülkelere üretim potansiyelini kaydırarak çevreden merkeze nüfus göçünü önlemiştir. Bu, hem üretim maliyeti hem de merkez ülkelerin demografik yapı hassasiyeti ile ilgilidir. Oyun kurucu ülkelerin bugünkü mülteci alerjisi de bunu gösteriyor. Popülist sağ partilerin, ırkçılığın, yabancı düşmanlığının batı ülkelerinde artması da bundandır. Diğer bir ifadeyle, küreselleşme mavrasının iflasını da gözler önüne sermektedir.
Küreselleşme kavramının içindeki nüve siyaset felsefesi, neoliberalizmdir, finans kapitalin etkisinde bir düzendir ve emperyalizmin yeni yüzüdür.
Küreselleşen dünyanın cazibelerinin çevre ülke insanlarına allanıp pullanarak anlatıldığı dönemleri hatırlamak hiç güç değil. Liberal medya maymunları ve akademisyenlerin öncülüğünü yaptığı beyin yıkama ayinlerinde hep küreselleşmenin geri çevrilemez bir gerçeklik sayılmasına vurgu yapıldı. Küreselleşmenin iyi yanlarından yararlanmayı bilmek gerektiğini, kötü yanlarına karşı yağmurdan korunmak gibi şemsiye açılmasını öneren şarlatanlara bile tanık olduk. O şemsiye acaba nerede şimdi?
Organik aydın ve sistem borazanları savundukları küresellleşmiş neoliberal kapitalizmin dinamiklerini, çelişkilerini elbette iyi biliyorlardı; kiralanmış beyinlerden meslek ahlakı beklemenin naifliği de düpedüz ortada tabii…
Bugün benzeri görülmemiş bir kriz çağındayız. Bu kriz, daha önce yaşanan kapitalizmin döngüsel krizlerinden farklıdır; sermaye sisteminin derin bir yapısal kriziyle karşı karşıyayız. Ve bu kriz, belki de ilk kez bu kadar tüm insanlığı etkilemekte ve insanlığın yaşamda kalabilmesi için ciddi bir mücadeleyi, değişikliği elzem kılmaktadır. Nasıl olacağı, ayrı bir tartışma konusudur.
Evet, sermayenin yapısal krizinin sistemin kendi içsel sınırlarından kaynaklandığını kabul etmek gerektiği apaçık ortada.
ABD’nin kurmak istediği yeni dünya düzenine yıllar önce dikkat çekti Henry Kissinger; küreselleşme adı altında ABD’nin bir imparatorluk düzeni kurma hevesini konu etti.
ABD ile Çin’in soğuk savaşın eşiğinde bulunduğu ve sonuçlarının Birinci Dünya Savaşı’ndan daha ağır olacağı uyarısı da gelmişti Kissinger’den.
Gelişmeler de bu yönde değil mi?
Güney Kore ile diğer Asya Kaplanları ve büyük lokma Çin dünya ticaretinde pek çok alanda ön aldı. Özellikle Çin’in ekonomik büyüklüğü ve teknolojide gerçekleştirdiği sıçrama sadece ABD’nin değil başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinin korkulu rüyası.
Amerika’nın imparatorluk hevesini kursakta bırakan Çin’e karşı 2018’den itibaren uygulanan tedbirlerin Trump’ın gelişiyle artması, sıkışmışlığın bariz ifadesidir.
Rusya’nın ekonomik açıdan güçlenmesi ve BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti) olgusu da hesaba katılınca Amerika’nın İmparatorluk rüyasının, dünya düzeni kurucu misyonunun suya düştüğü yadsınamaz bir gerçek.
Aslında emperyalizmin bir aşaması ve sanki ‘bütün dünya bir olacak hayat bayram olacak’ gibi pazarlanan, allanıp pullanan küreselleşmenin bizzat oyun kurucu merkez ülkeler tarafından resmen terk edildiğini, ulus devlet reflekslerine geri dönüldüğünü de yaşayarak görüyoruz.
Daha dün Trump, AB’den ABD’ye daha çok araç satıldığından hayıflanarak tedbir uygulamaktan bahsetmedi mi, küreselleşme kavramını yerle bir etmedi mi?
Göreve gelir gelmez Kanada ve Meksika’ya yaptırımdan söz eden, Panama kanalına -Çin’in oradaki limanlarda artan nüfuzundan ötürü- el koyacağını açıklayan, Grönland’a sulanan şu bizim Trump değil mi?
Evet, Trump tabii ama derin ABD’yi ihmal ederseniz asıl fotoğrafı gözden kaçırırsınız.
Trump, ABD’nin dünya üzerindeki hegemonyasının sarsılmasına koşut göreve getirilmiş ve üstelik ikinci kez seçtirilmiş bir taşıyıcıdır.
Sadece kulağına bir çizik atacak kadar keskin bir nişancı üzerinden seçmeni etkilemek ve Trump lehine sandığa yönlendirmek, planlı programlı olamaz mı?
ABD’yi başkanlar mı yönetiyor yoksa güç odakları mı?
Bu sorunun cevabı için ABD başkanlarına yapılan suikastlar yeterince ipucu veriyor.
Önce suikast sonucu öldürülenlere bakalım…
Abraham Lincoln, 14 Nisan 1865’te suikasta uğradı. Saldırıdan bir gün sonra hayatını kaybeden Lincoln, öldürülen ilk ABD başkanı oldu. Suikasttan iki yıl önce İç Savaş sırasında Lincoln, Konfederasyon içindeki kölelere özgürlük tanıyan Özgürlük Bildirgesi’ni yayınlarken, siyahların haklarına verdiği destek öldürülme sebebi olarak gösterildi.
ABD’de suikasta uğrayan ikinci başkan, görevinin 6’ncı ayında, 1881’de James Garfield oldu.
Üçüncü suikast ise 6 Eylül 1901’de William MCKinley’e yapıldı.
ABD’de ölümle sonuçlanan son suikast ise Kasım 1963’te John F. Kennedy’ye düzenlendi.
Theodore Roosevelt 1912’de, Gerald Ford 1975’te, Ronald Reagan1981’de, George W. Bush 2005’te, Donald Trump 2024’te suikasta uğrayan fakat hayatta kalan başkanlar.
Evet, ilginç ve komplo teorisi üretmeye müsait bir tablo değil mi?
Elon Musk’ın seçimlerde Trump’ı desteklemesi ne ola ki?
Teknoloji milyarderi Elon Musk, aşırı sağcı görüşleri meşrulaştırmak, kamuoyunda normalleştirmek için canla başla çalışıyor. Peki, bunu can sıkıntısından mı, çok paranın verdiği bir kaşıntıdan mı yapıyor?
Trump’ı desteklemekle yetinmeyip Almanya’daki seçimleri de etkilemeye çalışan, daha ötesinde küresel çapta radikal sağa kayışı körükleyen, aşırı sağcılarla iş tutan Elon Musk için sadece ilginç bir kişilik nitelemesi çok cılız kalır.
Musk’ın Adolf Hitler selamı, “Almanya’yı yalnızca AfD kurtarabilir” demekle yetinmeyip, AfD (Almanya için Alternatif Parti ki aşırı sağcı/faşist eksendedir) başbakan adayı Alice Weidel ile canlı yayında görüşmesi, bu partiye desteğini açıklaması, tam da aşırı sağ siyaseti normalleştirme ve uluslararası alanda meşrulaştırma çabası değil de nedir?
Almanya’da yüzde 20 oy potansiyeline sahip AfD’nin, Kalsruhe kentinde yaşayan 30 bin yabancının posta kutularına uçak biniş belgesi atması ve belgede yazan “Güvenli ülkenize dönün, anavatan güzeldir” ifadelerinin yanı sıra tek yön biletin erken seçim tarihi 23 Şubat akşamını göstermesi çok manidar kuşkusuz.
Musk’ın Trump’ı desteklemesini, Avrupa siyasetine karışmasını birtakım ticari amaç ve hedeflere indirgemeyi kifayetsiz buluruz.
Küreselleşmenin ters tepmesiyle dünyaya düzen veren ABD’nin imtiyaz kaybına uğramasının sonuçları yaşanmaktadır.
Kapitalizmin döngüsel değil yapısal kriz kaynaklı bir debelenme yaşaması da otoriter devlet yönetim tarzına tekrar ihtiyaç duyulduğunu ve ancak böyle sistem mağduru sessiz yığınların hareketlenmesinin önüne geçilebileceği, sermaye sisteminin tarihsel hafızasında mevcuttur.
Siyah renk gücü/karalılığı yansıtır; politikacıların, iş insanlarının ve dahi sanatçıların kıyafetlerinde sıkça karşımıza çıkar. Siyah renk giysiler, matem duygusunu da yansıtır.
Faşizmin rengi de siyahtır. Mesela, Kara Gömlekliler diye bilinen İtalyan faşistler siyah rengi hareketlerinin bir sembolü olarak kullanmışlardır.
Elon Musk da siyah rengi seviyor ve faşist bir dünya görüşüne sahip halini hiç gizlemiyor.
Melania Trump’ın 20 Ocak’taki yemin töreninde siyah kıyafeti, kafasındaki şapkanın gözleri saklaması çok dikkat çekti. ‘First Lady’nin stilini zarafetin yansıması, giysi tasarım becerisi görenlerin yanı sıra klasik bir mafya kıyafeti benzetmesinde bulunanlar da olmuştur.
Semboller üzerinden yürüyen siyasete dayalı bir okuma yapacak olursak Musk’ın siyah düşkünlüğü, Hitler selamı, Melania Trump’ın şapkası, karanlık ve gizemli küresel bir döneme mi işaret ediyor yoksa?