Mutlulukla ilgili beşinci yaşam örneğimiz,
T U R A N D U R S U N
Kaynaklarımız, (1) Zaman gazetesiyle görüşme, (2) Turan Dursun Hayatını Anlatıyor-Şule Perinçek, (3) internette paraparatic.com, (4) Kulleteyn, (5) oğlu Abit Dursun Turan Dursun’u anlatıyor (video). Turan Dursun’un yaşamını birinden diğerine atlaya atlaya yorumsuz sunacağız.
(3) “Turan Dursun 1934’te Sivas’ın Şarkışla ilçesinde dünyaya gelmiş. Annesi Hatun (Hatın) bir Kürt. Babası Abdullah ise Türk’müş ve yazarın söylediğine göre babası hep annesini ezer, onun Kürtlüğünü kınarmış. Altı kız bir tane de erkek kardeşi olan yazar, beş yaşındayken ailesiyle birlikte Ağrı’nın Tutak ilçesine göçmüş. Çünkü buradaki bir köyde babasının babasından kalma topraklar varmış ve Abdullah hakkı olan toprakları sürmek istiyormuş. Fakat köyüne vardığında, orada bulunan ağaların toprakları çoktan üzerine geçirmiş olduğu gerçeğiyle karşılaşmış ve köyde imamlık yapmaya başlamış.
Babası Abdullah’ın imamlık öyküsü ise çocukluğunda davar güderken, ninesinin beline astığı Kuran’ı okumasından ibaretmiş. Onun hakkında bilinmesi gereken bir diğer şey de şu: Köy imamı olan baba, daha oğlu dünyaya gelmeden, hatta evlenmeden çok çok önce annesine, Basra’da, Kufe’de bile bulunmayacak kadar büyük bir alim oğlu olacağını söylemiş ve oğlu da hep babasının bu isteği için çalışıp didinmiş.”
(1) Önce doğumundan başlayarak özetlemeye çalışayım. 1934 yılında Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Yapaltı köyünde doğmuşum. Gümüştepe adıyla da anılıyor. Beş yaşındayken babam anamları alıp babasının topraklarının bulunduğuna inandığı Ağrı’nın Tutak ilçesine götürdü. Fakat oraya gittiğinde baktı ki, ağalar bu topraklarını almışlar, sahiplenmişler. Ortada kaldı, biraz dini bilgisi vardı. Onunla imam olmaya koyuldu, Tutak’ın kimi köylerinde imamlık yaptı. Sonra Muş’un köylerine geçti ve ben daha altı, yedi yaşıma gelirken ben okula verilmedim. Babam bu ilkokulları gavur okulları sayıyordu. Beni götürüp Kürt hocaların içine bıraktı. Ağrı’nın Tutak ilçesine bağlı Kargalık köyünde Şeyh Ramazan diye biri vardı. Onun himayesinde, öğrenciler okuyordu. Arapça okuyorlardı. Ben, Molla Nadir Efendi bir de Hafız vardı Türk. Esasen başlangıcı onda okumuştum. Sonra Hafız oradan gitti, ben Kürtçe’yi öğrendim.
…Orada Kürt öğrenciler yani çevreden gelen öğrenciler köylü tarafından idare edilirdi. Camide yatıp, kalkardık ve Ratip denen bir yöntem vardı. O yöntemle kazanlar içerisinde besin maddeleri, yiyecekler toplanırdı ve karıştırılırdı. Etli, sütlü tatlı hepsi aynı kazanın içinde karıştırılırdı. Sonra bölüştürülürdü. Herkes tabağına, tabağı olmayan ekmeğinin üzerine, lavaş denen bir ekmek vardı.” (Bu yaşam “Kulleteyn” de daha ayrıntılı anlatılıyor.) “Oradaki öğrenciler, oradaki mollalar tarafından yetiştirilirdi, okutulurdu. Bir usul vardı o zaman. Şafilerin uyguladıkları, izledikleri bir usul. O usule göre okutulması gereken derslerin tümü, okutulmak istenirdi. Ama tümünü sonuna kadar götürmek mümkün olmazdı. Çünkü oradaki yöntem çok ağır ve yavaş giden bir yöntemdi. Sarf ve Nahv ile yani bir Arapça gramerle onbeş yıl uğraşılırdı. Yani onbeş yıl ona harcadıktan sonra okutulacakların tümünü bitirmek mümkün olmazdı. Oniki ilim sayarlardı çünkü. O oniki ilmi sonuna kadar götürmek mümkün olmazdı. Ama benim bir hedefim vardı. Babam belirlemişti o hedefi. Kafama aşılamıştı. “Basra ve Kufe’de olmayacak ölçüde alim olacaksın.” Öyle bir hedefe ulaşmak için zamanımda yoktu. Onbeş yıl vereceksiniz, gramerle uğraşacaksınız. Ben çok kısa aralıklarla sarfı, nahvi bitirdim. Onların oniki ilim dedikleri ilimlerin tümünü bir-iki yıl içerisinde bitiriverdim.
(2) …Ben bir kış içinde Kürtçeyi öğrendim, hem de çok iyi denecek ölçüde. O gramer çerçevesinde bir kış salt bu nahvi bitirdim. Başka dallardaki konuları okumaya yöneldim ve o Ağrı’nın Kargalık köyünde Molla Nadir baş hocaydı. Onda okudum. Onda okuyacağım kadar okuduktan sonra Muş’un köylerine gittim. Molla Zahid Irak’ta ünlüydü. Orada, burada işte Erzurum’un, Ağrı’nın, Muş’un değişik köylerinde bulabildiğim, işitebildiğim çok iyi olduğunu işittiğim Kürt hocalarının yanında okudum… Kürt hocaların bildiği Arapçayı Araplar bile bilmez. Yani oradaki bir Kürt mollası eğer iyi biliyorsa, okumuşsa onun bildiği Arapçayı Arap edebiyatı profesörlüğü yapan bile kolay kolay bilmez… İyi Arapça öğrenmek kolay olmuyor. Yani klasik Arapçayı, Muhammed dönemindeki Arapçayı, sonra o dönemi izleyen yüzyıllarda kurumlaşmış birtakım dallara göre oluşmuş Arapça.,
…Ben oniki yaşındayken Aristo’nun “Poetika” sını ezberlemeye koyulmuştum. Düşünün, daha oniki yaşındayım. Aristo’nun birçok kitabını Arapçadan ezberlemiştim… Edebiyatçı değilim. Aruz benim ne işime yarayacaktı? Ama ikibin kadar şiir ezberlemiştim. Bunların bin tanesi sadece bir gramere ait, “elfiyye” …
Türk babadan geldiğim için kendimi Türk gördüm. Bu nedenle Şafiler kesiminde, Kürtler kesiminde, icazet derecesinde en son basamağa kadar okuduktan sonra bile, Türklerde geçerli olan yöntemi öğrenmeli demişimdir ve sonra başladım Türk hocaları aramaya. Bu kez kent kent dolaştım… Kendi başıma, onüç-ondört yaşımda. Ondan sonra Türk hocalara gittim. Bir ara Çerkezlerle kaldım. Çok iyi Çerkezce öğrendim. Çerkez hocalarında biraz okudum. Türk hocalarında biraz okudum ve Türk hocalarında okuduklarımla da en son basamağa kadar çıktım. Yani icazeti Türk hocalarından aldım. En son okuduğum Konya’nın Çumra ilçesindeki Tahir hocaydı… Adana, Sivas, Kayseri, Konya, Malatya, nerede bir hoca görürsem, işitirsem şu kitapları okutabilir, gider ondan onu okurdum…
Oralarda hep bana Kürtoğlu derlerdi. Çünkü çok az bildiğim Türkçe, hep doğudaki Kürtçeyle karışık olan Türkçe’ydi. O bozuk Türkçeyle bitirdim Türk kesimindeki okuduklarımı…
Ben” (Tahir hocaya) “gittim, Kazvini’yi okumak istediğimi söyledim. “Beni okutabilir misiniz, beni köle sayın.” Hep böyle dedim, her gittiğim hocaya. “Ben sizin kölenizim, beni köle olarak sayın” derdim. Kabul ederse kalırdım…” (Yol parasını karşılamak için de) “Camilerde, caminin içinde, kapının önünde mendil serip “talebeye yardım, hafıza yardım” artık nasıl söylenirse, para istedim. Ama daha sonra müftü olduğum zaman bana bağış yapılacak diye aklım giderdi. Bu yüzden mevlütlere bile gitmezdim. Tekirdağ’da 1958’de müftü vekilliği yaparken maaşım 135 liraydı. 80 lira da kira veriyordum. Geçinebilmek için Cabbar Ağa’nın hamamında bilet kesiyordum…”
Tahir “Hoca bir imtihan etti beni, çarpıldı. Beklemediği bir şey. İnanılacak bir şey değil. Öyle şeyleri okudum, bildiğimi gösterdim ki, onu diyelim ki Kayseri müftüsü bile bilemez. Öyle bir çocuğum, inanılır gibi değil. “Seni okuturum ama 100 lira alırım” dedi. Şimdi ben 100 lirayı nasıl veririm hocaya?
Oralarda, buralarda dolaşıyordum. Salak salak, düşünceli düşünceli dolaşırken esans satan biriyle karşılaştım. Düşünceli durumum dikkatini çekmiş. Durumu anlattım. Adam tuttu, o kafirdir, dinsizdir, bilmem nedir dedi. Sonra “Bu esansı sana veririm, sen satarsın geliri paylaşırız” dedi. “Peki” dedim. O birtakım hadisler söyledi bana. Satarken söyleyeyim diye. Dedim, böyle hadis yok. “Sen yokluğuna, mokluğuna bakma” dedi. “Daha uydurabilirsen, uydur.” “Bazı hadisler de ben uydurdum. Esansların hangisini peygamber severmiş, hangisini kullanırsa sevap olurmuş. Arapça söylenince dua gibi oluyor bunlar..”
Kim peygamberin kokusunu koklamak isterse, kırmızı gül yağlarını koklayabilir. Ondan çok para geliyordu. Orada bir gelişim daha oldu. Bir bakkal dükkanında benim yaşlarımda ya da benden birkaç yaş büyük bir çocuk vardı. O da okumak istiyordu. “Arapça okuyabilir miyim?” dedi. “Okursun, ben okuturum” dedim. “Ama sen de hocanın parasına ortak olacaksın.” Sonra o da müftü oldu, emekli oldu. Ankara’nın Elmadağ müftüsü oldu. Oniki ilim denilen hem şafi, hem hanefi yöntemiyle bitirmiştim. Yine daha çocuk yaştayken geldim, müftü, vaiz olmak istiyorum dedim. Daha askerliğimi yapmamıştım. O zaman sanırım bitirdiğimde onyedi-onsekiz yaşlarında filandım. En son Kazvini’yi okudum ve icazeti aldım hocadan…
İcazeti aldıktan sonra diyanete geldim. Müftü ve vaiz olmak istiyordum. Hasan Fehmi Başoğlu diye müşavere kurulu üyesi vardı. Baktı, önce şakayla, küçümseyerek “Müftü olmak istiyorsun, şunu oku bakalım.” Ben de “Bunu çok aşağı derecedekiler okurlar. Siz çok üst deredekilerden okuyun, ben yanlışlarını söyleyeyim” dedim. Çok da gururluydum. Şaşırdılar, gerçekten hayret ettiler. Kaç tane müftünün icazeti var, fakat çocuk yaştaki müftü olamaz. “Git, sen daha Türkçe bilmiyorsun, askerliğini yap, ondan sonra” dediler.”
Bundan sonrasını sonraki yazımıza bırakalım.
Sağlıcakla,