Kürt sorunu kavramında yaşanan kakofoni nedeniyle önce zihinleri berraklaştırmak gerektiğini ve orasından burasından çekiştirilmeye mahal vermeyecek açık ve net bir tanımlama olmadan çözüme dair ortaya atılan tezlerin/girişimlerin sonuç getirmeyeceğini, önceki bölümlerde nedenleriyle anlatmaya çalıştık.
Ahmet Özer’in fikirlerini: geçen bölümde ele aldığımız çözüme ilişkin psikolojik alt yapı gördüğü niyet ve empati kısmından sonra şimdi de barış dili kapsamında ifade ettikleriyle mercek altına alalım.
Şöyle diyor Özer:
//Bu ülkede barış konuşulduğu zaman bile savaş dili kullanılıyor. Bir tarafın diğerini yenmesi, bileğinin bükülmesinden söz ediliyor… Hiç kimse sıkılı bir yumrukla el sıkışamaz. Savaşın dili barışı zehirleyen bir zihniyete sahiptir. Unutulmamalıdır ki, kardeş kavgasının olduğu yerde kazanan yoktur… Marifet savaşmak değil, barışı tesis etmektedir. Ölmek, öldürmek, zafer, yengi, terörist, savaşçı, bölücü parametreleri üzerine kurulan bir zihniyet nasıl barışı getirebilir? Bu psikolojik savaş teknikleri ve savaş dili terk edilmelidir.//
Önce şunu açıklığa kavuşturalım: savaş sözcüğü isabetli midir, bir savaştan bahsetmek doğru mudur?
//Devletlerin, aralarındaki ekonomik ve siyasal anlaşmazlıklar vb. nedeniyle, siyasal ilişkilerini keserek, birbirlerine karşı ordularıyla giriştikleri silahlı eylem.
Bir ülkede, siyasal toplulukların ya da toplumsal sınıfların, yönetimi ele geçirmek için giriştikleri silahlı eylem, iç savaş.// (Oxford sözlüğünde savaş sözcüğü böyle tanımlanmış)
TDK’ya bakalım: //Devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek giriştikleri silahlı mücadele, harp, cenk, cidal. Uğraşma, kavga, mücadele. Bir şeyi ortadan kaldırmak, yok etmek amacıyla girişilen mücadele.//
Peki, bu tanımlamalara göre iki devlet arasında bir savaştan, bir iç savaştan söz edilebilir mi?
Yaşanmakta olan Türkiye Cumhuriyeti’ne silah doğrultmuş bir terör örgütü ile zaruri bir mücadele değil midir? İki devlet mi vardır ortada?
Ülkede Kürtler ve Türkler arasında bir iç savaş mı vardır?
PKK (Türkçesi Kürdistan İşçi Partisi), Türkiye’nin doğu ve güneydoğusu, Irak’ın kuzeyi, Suriye’nin kuzeydoğusu ve İran’ın kuzeybatısını kapsayan bölgede özyönetim kurmayı amaçlayan ve bu amaçla söz konusu topraklara sahip olabilmek için askerî hedeflere, köy korucularına ve sivillere karşı saldırılar düzenleyen yasa dışı ayrılıkçı silahlı örgüt.
Vikipedi böyle tanımlıyor PKK’yı.
PKK, NATO, ABD, Avrupa Birliği, Kanada, Japonya, Avusturalya, Yeni Zelanda, Kazakistan, Kırgızistan, İran, Suriye tarafından terör örgütü sayılıyor.
Dolayısıyla barış dili önerirken önce savaş sözcüğünü de doğru kullanmak yani bir terör örgütünü devlet mertebesine yükseltmemek lazım.
Balkan, Birinci ve İkinci Dünya savaşları, hepsinden fazla 7 yıl süren İran-Irak savaşı ile
– ki hepsi devletlerarasındadır- Türkiye’nin bir terör örgütü ile mücadelesini aynı kefeye koymak, psikolojik algı yaratma çabasıdır; istismara açıktır.
Mülahazada bir adım daha ileri gidelim ve yukarıdaki saptamalara dayalı barış/açılım gibi, meselenin doğru anlaşılmasını gölgeleyen kelimeler yerine çözüm arayışından söz edilmesini yerinde bulduğumuzu belirtmiş olalım.
Halktan temsil yetkisi almış bir siyasi partinin yani DEM’in Kürt kökenli yurttaşların Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında yaşarken sorun gördüğü alanları apaçık tarif etmesi, geliştirdiği çözüm önerilerini Meclis çatısı altında dillendirmesi, tartışmaya açması, doğru yöntemdir.
Hiç kuşku yok ki, PKK ile ilişkilendirilmeye imkân tanımayacak netlikte bir siyasi parti kimliği her şeyden önce gelmektedir.
Örneğin: DEM Parti Eşbaşkanı Tuncer Bakırhan’ın Mardin’de dillendirdiği “Çok iyi bilsinler ki, Seyit Rıza ne yaptıysa, Şeyh Sait ne yaptıysa, Mazlumlar, Denizler, Sakineler ne yaptıysa Kürt halkı da onların yaptığını yapacaktır” bakış açısı, çözüme dair gayretleri sahicilik ve inandırıcılıktan uzaklaştırmaktadır.
Dönelim Ahmet Özerin Kürt sorununun çözümünde önemsediği psikolojik alt yapı ötesinde gerekli gördüğü üç somut adıma dair kısa notlara ve bizim değerlendirmelerimize…
* Anayasa değişikliği
//Yasalardaki ırkçı ve antidemokratik söylem, tanım ve belirlemelerin ayıklanması ve fiili uygulamaların buna uyması gerekir. Hiç kuşkusuz bütün değişikliklerin ilk adımı ve temeli anayasa değişikliğidir. Başta 66. madde -“Türkiye devletine vatandaşlık bağıyla bağlı herkes Türk’tür” ibaresi- olmak üzere diğer etnisiteleri dışlayan milliyetçi ve ırkçı maddeler değiştirilmelidir. Anayasanın etnik kör olması ve herkesi eşit derecede kapsaması gerekir. Bu da Türkiye Cumhuriyeti eşit vatandaşlığıdır. İnsanın şerefi olan kimliğini reddetmeyen, çokluk içinde birlik bu sayede ve bu temelde sağlanabilir.//
Öyle anlaşılıyor ki Ahmet Özer’e eşit vatandaşlık için Anayasanın 10’uncu maddesi yetmiyor:
//Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (Ek fıkra: 7/5/2004-5170/1 md.) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir.//
Haliyle Anayasanın değiştirilemez maddelerinden üçüncüsü de (Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır.) Özer’in düşüncelerinin hayat bulmasında engel teşkil etmektedir.
Değiştirilebilir mi, değiştirilse ne olur? Cevabını, değerli okura bırakıyorum.
* Kültürel hakların genişletilmesi
Bu noktada söz konusu olan anadil eğitiminin önündeki engellerin kaldırılması ve bunun yasal güvenceye kavuşturulmasıdır. Ayrıca dile dayalı her türlü etkinliğin -radyo, tv, yayım, üniversite eğitimi, Kürdoloji enstitüsü gibi- serbestçe yapılabilmesi istenmektedir.
Bu konuda kaydedilen ilerleme Özer için yeterli olmayabilir; ancak artık Kürt kimliğinin ifadesinde, Kürt dilinin kullanılmasında eski zamanlarda yaşamadığımız gün gibi ortada.
Kürt kimliğini göğsünü gere gere ifade etmekten mutluluk ve tatmin duygusu içindeki vatandaşların önünde hangi yasal engel var?
* Toplumsal barışın sağlanması
//Bütün bunlar yapılsa da, cenazeler gelmeye devam ettiği sürece Kürt sorunu çözülmüş sayılmaz, sorun insanların zihninde var olmaya devam eder. Toplumsal barışı sağlamanın yolu silahların bir daha konuşmamak üzere temelli susmasıdır.//
Evet, denemesi yapıldı, sonuçlar da biliniyor…
Toplumsal barıştan söz etmenin yanlışlarına yukarıda değindik, bir kez daha belirtelim: barış kavramına yaslanmak isabetli değildir, toplumsal barıştan söz etmek hiç değildir.
Kendini Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı hissedenlerin Laz, Boşnak, Arnavut, Çerkez, Gürcü, Kürt etnik kimlikle gurur duymalarının önünde engel, ortak yaşam alanlarında istisnalar (kışkırtmalar) haricinde bir gerginlik var mıdır?
Kaldı ki Türkiye çöken bir imparatorluk sonrası kurulan ulus-devlettir, üniter bir yapıdır,
üst kimlik/alt kimlik tanımlamaları da bunun sonucu değil midir?
DEM’in yetkili ağızlarından mütemadiyen duyduğumuz “Türkiye halkları” tekerlemesi de, Türkiye’yi bir ulus-devlet görmemekten kaynaklıdır.
Diğer etnik kimliklerin bu tekerlemeye takılıp silahlı ayrılıkçı bir hareket oluşturarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile hesaplaşmamalarının tarihsel/siyasal/sosyal nedenlerini de göz ardı etmemekte yarar var.
Küreselleşme dalgasının arkasındaki oyun kurucu güç odaklarının etnik kimlik ve mezhebe dayalı bölgemizde ulus-devlet yapılarını parçalamak için yıllardır uğraştığı yadsınamaz bir gerçek.
Emperyalist ülkelerin kendi üniter yapılarından taviz vermezken çıkarlarının devamı için gelişme yolundaki ülkeleri parçalama çabalarını dikkate almadan Kürt sorunu ambalajında sunulanları kavramak da mümkün değildir.
Dahası, hem ekonomik hem de sığınmacı/mülteci sorunları nedeniyle batımızdaki ülkelerde yükselen aşırı sağın dinamiklerini de iyi okumak gerekiyor. Trump’ın geri dönüşünü de…
Tabii ki sermayenin tasarımcı/yönlendirici marifetlerinde de farkındalık icap ediyor.
Etnik kimliği öne çıkarmak, kültürünü yaşamak/geliştirmek istemek bir insan hakkıdır.
Ancak iyi bilinmelidir ki, Türkiye’deki siyasal/ekonomik/sosyal sorunlar herkesin başını ağrıtıyor. Ülkede demokrasi yoksunluğundan herkes mustarip.
Ülke sorunlarının çözümünde etnik kimliği, mezhep farklılığını gözetmek, kör kuyudur.
İkinci bölümde, Özgür Özel’in Edirne cezaevi ziyareti sonrası Demirtaş’ın kamuoyuna yaptığı çağrıya dikkat çekmiştik. Yer verelim…
//Bu çağrı ben dahil tüm erkeklere, zihniyetimizle yüzleşme çağrısıdır. Kadınlara yönelik cinayet, şiddet, tecavüz, taciz, tehdit vakaları kan donduran vahşet boyutlarına ulaştı. Kadınlar için sokaklar, iş yerleri, okullar, hastaneler hatta yaşadıkları ev bile cehennem azabına dönüştü, toplumsal kaygı içindeyiz (…)
Siyasetteki erkek egemen dili, modeli, politikaları ve uygulamaları değiştirerek işe başlayalım. Toplumsal barışı inşa etmek istiyorsak gelin önce buradan başlayalım.
Çünkü özgürlük ve demokrasi herkes için hayata geçmeden barış da sağlanamaz.//
Kürt sorununun tanımı ve çözümünde, toplumsal barış inşasında Demirtaş’ın farklı bir noktada durduğu açık değil mi?
Son bölüm, CHP-DEM ittifakı ve yankıları/yansımaları üzerine olacak.