KUDRET TOPYAN : Annesinin görevi nedeniyle bulunduğu Kırklareli’nin Vize ilçesinde 1961 yılında doğdu. Edirne Kız Meslek Lisesi öğretmenlerinden Mukadder Yaveroğlu Topyan ile Bankacı Şuayip Topyan’ın büyük oğludur. Yeniimaret Mithatpaşa İlkokulu’nda okudu. Edirne Lisesi’nden sonra Orta Doğu Teknik Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nden mezun oldu. Prof. Kudret Topyan, ODTÜ’deki lisans eğitiminden sonra 1980’li yılların başında eğitim amaçlı olarak Amerika’ya gitti. CUNY The City University of New York’ta Doktora ve Master yaptı. Halen Amerika’nın New York kentinde, Manhattan Üniversitesi Ekonomi ve Finans Bölüm Başkanı olarak görev yapıyor. İşletme Finansı İlkeleri, Yatırımlar, Kurumsal Finans, Finansal Yönetim ve Kurumsal Finans konularında dersler veriyor. Gerek Amerikan gerekse Türk televizyonlarında sık sık ekonomi ile ilgili bilgi ve görüşlerine başvuruluyor.
“Edirneli İki Harp Çocuğunun Anıları” isimli eserin ikinci baskısını incelerken önemli yeni ilaveler fark ettim. Demirer çifti ekseninde, onlarla ilgili anılarda yakınlarının duyguları, özlemleri, kavuşmalar, ayrılıklarda duyulan hüzün, aile bağları, naif bir tonda anlatılıyor. Bu da benim için kitabın ikinci baskısını da okumam gerekiyor demek. Çünkü bu anılarda çocukluğumdan itibaren tanıdığım, çok sevdiğim insanları adeta kanlı canlı karşımda görüyor gibiyim.
(Gönül UYANIKTIR)
Talia Yaveroğlu Demirer’in kız kardeşi Mukadder Yaveroğlu Topyan’ın büyük oğlu Kudret Topyan teyzesi Talia ve “amca” dediği eniştesi Sırrı Doğan Demirer’e ilişkin anılarını, kitabın ‘Önsöz’ünde içtenlikle şöyle anlatıyor.
“Gökhan benden bu önsözü yazmamı istediğinde sevinçle karışık bir hüzün kapladı içimi! Sevindim, çünkü sevgili Talia teyzem ve Doğan amcam çok sevdiğim iki insandı ve onların anlatılarını içeren bu kitaba önsöz yazmak çok güzeldi. Hüzünlendim, çünkü bu önsözü yazmak artık onların aramızda olmadığı gerçeğiyle bir kez daha yüzleştiriyordu beni.
Kardeşim Nedim ve benim, hiçbir zaman ayni şehirde yaşamadığımız kuzenlerimiz Gökhan ve Gül ile hep hoş bir ilişkimiz olmuştu. Orta okul yıllarımızda ancak yazları beraber olurduk. Doğan amca Kiraz ve Tire’de hakimlik yaparken yazları teyzemlerin İzmir’deki evlerine gitmeyi dört gözle beklerdik. Teyzem ve Doğan amca orada geçireceğimiz birkaç haftayı son derece ayrıntılı bir şekilde planlardı. Gidilecek konserler, Fuar programlar, gidilecek plajlar, araba gezintileri, beğendikleri bir doktora kardeşimi ve beni götürüp tepeden tırnağa muayene ettirmeleri daha biz oraya varmadan belirlenmiş olurdu. Hatay’da Göztepe koyuna bakan o ev, onların olduğu kadar bizimdi de yazları.
Gökhan’in gönderdiği kitabın taslağını okurken defalarca daldım gittim bu anılara. Hatay 100/1 sokağın ciddi yokuşunda, göl mavisi rengindeki Murat 124 arabayla nasıl paralel park yapılacağını çalışırdık! Yine o arabayla, 1978’de Gökhan ve ben çadırı yükleyip Marmaris ve Bodrum’a kamp kurmaya gitmiştik. Yaşamıma fotoğrafı ve fotoğrafçılığı sokan da Gökhan’dı. Yetmişli yıllarda, Sakalar’da onun Lubitel 2 marka fotoğraf makinesiyle fotoğraf çekerken, yarışmalara nasıl fotoğraflar gönderilmesi gerektiğini tartışırdık. Bana ilk siyah-beyaz filmi Jobo marka tankta nasil ve hangi kimyasal maddelerle yıkayacağımı da Gökhan öğretmişti! O tankı hala saklarım!
Ben ODTÜ son sınıfta iken teyzem emekli olmuş, Doğan amca da Ankara’ya adalet müfettişi olarak atanmıştı ve Adalet Sitesi’nde yasamaya başlamışlardı. Arada ziyaretlerine giderdim ve onlar tatildeyken bazen o evde birkaç gün geçirirdim. Bir gün kapının önünde Yalçın Küçük’e rastlamış ve ne kadar heyecanlanmıştım. Meğerse o da ayni blokta kalıyormuş o sıralar.
Teyzem ve Doğan amca emekli olduktan sonra yazları bizim Yeniimaret’teki evimizin arka bahçesine bitişik anneannemden kalan evlerinde geçirmeye başlamışlardı. Biz de yazları kısmen Yeniimaret’teki evde geçirdiğimiz için, her yaz yeniden bir araya geliş yaşanırdı. Herkesin hangi tarihte geleceği önceden belli olur, hazırlıklar yapılırdı. ilk görüşmenin olduğu gün hoşgeldinler değis-tokus edilir, sarılıp öpüşülür ve beraber geçirilecek yaz günleri başlardı.
35 küsur yıldır yurt dışında yasayan benim de Edirne’de olacağım günleri dikkatlice planlamam gerekirdi. En azıdan bir hafta Edirne’de olmayı, ve annemlerin yanısıra teyzem ve Doğan amcayı da görmeyi, birkaç gün için bile olsa onlarla beraber kuyunun başındaki masaya oturup kahve içmeyi, sohbet etmeyi yıl boyu özlerdim. Anneme telefon ettiğimde “gel artık, bak teyzenler de geldiler” sözünü duymak beni heyecanlandırırdı. Eh, onlar gelmişse, Gökhan ve Gül’ün de oralarda olma ihtimali yüksekti! Yine beraber aksam yemekleri düzenlenecekti. Otuz yıldır yazın sıcak günlerini Şarköy’de geçiren annemin de oraya gitmeyi geciktirmesinin nedenlerinin başında evimizin arka kapısından “abla” ya da “Doğan abi” diye seslenebildiği teyzemler geliyordu.
Edebiyat öğretmeni olan teyzem, kızdığında ortalığı yangın yerine döndürecek kadar aksileşmesine rağmen son derece hoşohbet bir kadındı. Elinizde kahve, teyzemin karşısında oturduğunuzda onun o yumuşak sesiyle anlattığı anılarını, edebiyat hikayelerini keyifle dinlemeye başlar, zamanın nasıl geçtiğini anlamazdınız Müthiş bir hafızası vardı, her şeyi son derece ayrıntılı hatırlar ve anlatırdı. Son yıllarında, alzaymır nedeniyle tamamen hafıa kaybı yasadığı ve küçük kardeşi olan annem ile esi Doğan amca dışında kimseyi hatırlayamadığı zamanlarda bile nezaketinden hiçbir şey kaybetmemisti: Bahçe kuyusunun yanındaki kahve masasında, kim oldukları hakkında hiçbir fikri olmadığı halde, ziyarete gelen herkesi, o yumuşak sesiyle “hos geldiniz, nasılsınız?” diye karşılamış ve giderken de “yine bekleriz, çok memnun olduk” diye uğurlamıştı.
Doğan amca ise her zaman gülümseyen, her şeyin gülünecek bir tarafını bulup çıkaran, nüktedan bir beyefendiydi. Ondan mesleğiyle ilgili bir şeyi nadiren duyardınız; o sizin mütevazı komsunuzdu. O gün bakkaldan ekmek alırken ne olmus, ya da yürüyüşe çıktığında karşılaştığı biriyle ne konuşmuş, size bunları ballandıa ballandıra anlatırdı. Yaşamım boyunca, bir kez bile sesini yükselttiğini duymamıştım. Hiç mi kızmazdı, hiç mi darılmazdı kimseye? Hatırlarım, bizler minicik çocuklarken, bir odanın kapısına perde gerer, hacivat/karagöz oynatır, eğlendirirdi bizi. Bulunduğu her yere bir hoşluk, sakinlik ve keyif getirirdi. Doksan yaşındayken bile, “dur sana bir kahve yapayım, beraber içelim” der, aceleyle içeri girip kahve yapar gelirdi. Çok güzel bir kedi olan sevgili kedisi “Paris,” ondan başka hiç kimseye kendini elletmezdi. Bu aksi kediye kendisini nasıl bu kadar sevdirmişti, hala merak ederim.
Teyzemin hafıza kaybı Doğan amcayı hiç değiştirmemişti. Bizim evin arka pencereleri açık olduğunda, teyzeme gün boyu kitap okuyan Doğan amcanın sesini duyabiliyorduk. Hiç abartmasız, her gün beş altı saat boyunca bahçe masasında teyzemin yanında, sıkılmadan, keyifle kitap okuması beni ne çok düşündürmüştü! Annem bir gün dayanamayıp “senin ne dediğini bile anlamıyor be Doğan abi!” dediğinde, o her zamanki nezaketiyle, “Belki de anlıyordur, Mukadder; ayrıca önemli değil, okurken ben de eğleniyorum” demişti.
Kitabin taslağını okurken yine geçmişe döndüm ve teyzemin anılarında ayrıntıyla anlattığı anneannem ve dedemle Yeniimaret’te geçirdigim yılları hatırladım. Çiftçilik yapan dedem ve yaşamının büyük bir kısmını ev isleriyle geçiren anneannem son derece çok sevdiğim iki insandı. Büyüdükçe daha iyi anladım ki onlar o zor savaş yıllarında bir ailenin yok olmasını engellemeyi başarmışlardı. Çok nadiren geçmişle ilgili konuşurlar, savaş yıllarında ne denli zor günler geçirdiklerini asla anlatmazlardı, asla yakınmazlardı. Arada geçmişten söz ettiklerinde, sıradan şeylermiş gibi bahsettikleri “Kıtlık zamanı”, “Büyük su geldiği zaman”, “Kaçaklık senesi” gibi dönüm noktalarının ne denli önemli ve ne denli dehşet verici olduğunu kırk yaşıma geldiğimde anlamaya başlamıştım. Doğan amca ve teyzemin anıları da yakınmayan ve insana yasam sevinci aşılayan anılardı. Is isten geçtikten sonra farkına vardım ki ne çok soru varmış onlara sormamı gereken! Öte yandan, bizim o sorular sormamızı istemedikleri için bizi böyle yetiştirmiş olabilirler diye düşünmüyor da değilim.
Yaveroğlu ailesi her zaman Yeniimaretliydi. Ben de Yeniimaret çocuğu olarak gördüm kendimi her zaman. Yıkılıp duvarlarının bir bölümü müzeye götürülen “Büyük Ev” ile savaş yıllarında ve sonrasında yaşanan iki sokak ötedeki “Küçük Ev” çocukluğumun geçtiği unutulmaz mekanlardır. Annem köylerde öğretmenlik yaparken, anneannem ve dedemle birkaç yıl geçirmiş, ilkokulun ilk üç yılını (1967-70) Yeniimaret’te Mithatpaşa İlkokulu’nda bitirmiştim. İlk ilkokul ögretmenim Hamdi Bey’i (Hamdi Dağdevir),ve Mithatpaşa’da edindiğim arkadaşlarımın neredeyse hiçbirini unutmadım. Soğuk kış günlerinde, sınıfın odun sobasında yakılmak üzere biz öğrencilerin okula birer-ikişer odun götürdüğümüzü hatırlıyorum. Bizim çocuklarımız Yeniimaret’te yaşamayacaklar muhtemelen. Bakalım onları hikayeleri hangi yeni kentlerde yaşanan ne tür hayatları anlatacak.
Doğan amca ve teyzemle son kez Yeniimaret’teki evlerinde görüştüğümde ayrılırken beni artık tanıyamayan teyzemi yanaklarından öpmüş ve “seneye görüşürüz teyzeciğim” demiştim. Doğan amca beni kapıya kadar geçirmişti. Edirne’ deki lise arkadaşlarımla fazladan birkaç gün geçirmiş, ve teyzemlerle pek görüşememiştim. Utanarak “bu yıl fazla sohbet edemedik Doğan amca, ama seneye Gökhan da gelebilirse daha çok beraber oluruz” demiştim ayrılırken. Nereden bilebilirdim ki onları son kez görüyor olduğumu? Bu yıl Yeniimaret’teki evimizin arka bahçesi sessiz ve suskun. Belki de o nedenle Şarköy’e erkenden gidiyoruz!”
Kudret Topyan Ağustos 2021, New Jersey
(SON)