21 Kasım 2024 Perşembe
“Hanımlarımızı, kadınlarımızı tenzih ediyorum ama… Bir kısmı bayanlar olmak üzere erkeklerin de çoğunda öldüren kadar ölenler de suçludur. Bunu iyi irdelemek lazım. Çünkü insanlar… Bakın hanımlarımızın birçoğunu tenzih ederek dedim. O kadar çok…
Bu cümleyi kurmak bayağı marifet ister. Önce dil açısından; hanım, kadın, bayan sözcükleri aynı cümlede kullanılıyor. Cümleciklerin devamı gelmiyor. Bu önemli çünkü bu cümle sıradan bir kişi tarafından değil kent yöneticisi bir meclis üyesi tarafından söyleniyor. Nasıl bir ortamda söylendiği de önemli; kentlilerin geleceği, kadının toplumsal haklarının tartışıldığı bir ortamda, kamu kurumunda söyleniyor.
Söyleyen daha sonra geri adım attı ve 2002 yılından beri üyesi olduğu partiden (AKP)istifa etti veya ettirildi. Sorun, bu zatın yetiştiği iklim, içinde örgütlendiği, eğitildiği siyasi yapı ve kendisi dışında milyonların bu düşüncede olduğudur. Ataerkil, erkek egemen bir kültürel yapıda büyüyen bir erkek tarafından dile getirilen bu saçmalığın söylenebilme ortamını değiştirmek gerekiyor.
Henüz aydınlanmayı; dilde, dinde, cinsiyette özgürleşmeyi sağlayamadığımızın acı sonuçlarıdır bu söylemler. Cumhuriyet ile değiştirmeyi hedeflediğimiz ama henüz değiştiremediğimiz bu toplumsal yapımız nedeniyle her gün kadın ölümlerini sayılara döküyoruz.Sayılara dökmek; ne olduğumuzu anlamak, farkındalık yaratmak için önemli. Bunun için son on yılda öldürülen kadınları “anıt sayaç”tan alıp yazayım. 2015/294, 2016/292, 2017/354, 2018/408, 2019/425, 2020/419, 2021/433, 2022/408, 2023/417 ve 2024 yılında şu ana kadar 397 kadın öldürülmüş. Bu sayılar; kadınların erkeklerce katledilmesinin, cehaletin sayıları. Her sayı; insan, can, anne, dünya…(Anıt Sayaç, Türkiye’de 2008 yılından bu yana işlenmiş kadın cinayetlerinde ölen kadınlara ilişkin bilgi veren dijital arşiv.)
Kadın ölümleri her gün artarak devam ediyor. Bir yanda muhafazakarlığın egemenliğini oluşturmaçalışmaları diğer yanda özgürleşmenin mücadelesi. Cehaletin öldürme cesaretini bulmasında muhafazakarlığın iktidar olma sevdasının olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Bir 25 Kasım daha geliyor; Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü. BM Genel Kurulu 1999 yılında, kadınların aile içinde, sokakta, okulda, iş yerinde ve özel hayatında maruz kaldığı şiddete dikkat çekmek ve kadına yönelik şiddete karşı toplumda farkındalık yaratmak amacıyla 25 Kasım gününü Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü olarak ilan etti.
Bugünün belirlenmesi ise gerçek bir hikâyeye dayanıyor. 1960’ta Dominik Cumhuriyeti diktatörüne bağlı güçler, baskıcı yönetime karşı çıkan üç kız kardeş Patria, Minerva ve Maria’yı 25 Kasım günü hunharca katletti. Yani gün hediye edilmedi, bedeli ödendi.
Osmanlı’da kadını saymayanlara karşı verilen kadın mücadelesinde de çok bedel ödendi. Cumhuriyetin gülen yüzü ülkeye geldiyse kadınların emek mücadelesi ve kurtuluş savaşına katkısı ile olmuştur.
Kapitalizm ile gelişen ve inançlarla beslenen ataerkil erkek egemen toplumda kadınlar haklarını kullanamaz duruma sürüklenmiştir. Bu nedenle asıl amaç eşit kişiler olsa da bir süre kadınlara pozitif ayrımcılık yapmak şarttır.
Şiir okumayan güzel cümle kuramaz. Yazının başında kötü örneğini verdiğimiz kent yönetiminde söz sahibi olan zatın cehalet cümlesine inat Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şiirlerini okuyalım ve gürül gürül yolumuza devam edelim:
“Konuşamıyor musun? Konuş öyleyse!..
Sesin yok mu? Seslen öyleyse!..
Elin kolun yok mu? Kımıldat öyleyse!..
Al eline kâğıt-kalem, yaz derdini çarşaf çarşaf.”
Biz konuşursak cehalet susar.
Hepimizin dilindedir ya “çocuklar çiçektir”. Çocuklar çiçek olduğunda günü gelince koparılır korkumdandır bu benzetmeye itirazım. Çocuklar çiçek olmasın, haklarını bilen ve koruduğumuz haliyle çocuk kalsınlar ve “şeker de yiyebilsinler”. Yeterli.
Haftaya, 20 Kasım, Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin kabul günü. Bu sözleşme ile çocukların hakları hukuk belgelerine eklendi.20 Kasım 1959 yılında B.M. Genel Kurulu Çocuk Hakları Bildirgesi‘ni kabul etti. Bu kabulden sonra mücadeleler sonucu ancak otuz yıl sonra 20 Kasım 1989’da Çocuk Haklarına Dair Sözleşmeyi kabul edebildi. Ülkemiz ise 1995 yılında imzaladı. Her 20 Kasım günü kutlanıyor ama hukuk belgeleri uygulanmıyor.
İşin özüne bakarsak hukuk belgelerinde eşitlik var. Ama kapitalizm kazanç üzerine kurduğu sistem ile yoksulu daha yoksul, mağduru daha mağdur hale getirirken öne çıkardığı popüler kişilerle bu sömürüsünü, dahası ayrımcılığını örtüyor. Haklar kullanılmayınca da kullananlar ötekileştiriliyor, ‘anarşik’ oluyor.
Çocukların haklarını bilmeleri ve çocuk taleplerini yetkililere duyurmak, evrensel hakların hayata geçmesini sağlamak için ‘üj-bej’ gönüllü çok şeyler yapıyor.Kentte eğitim, çevre, çocuk gibi konularda yapılan her çalışmaya erişmeye çalışırım. Devletin yapmadığını talep etmenin yanında; denize geri bırakılan ‘deniz yıldızları’ örneğinde olduğu gibi tek tek bireylerin de hayata sarılmasına katkı sunuyorlar. Bu mücadelede birkaç kişi onlarca-yüzlerce çocuğa katkı sunmaya çalışıyor. Birkaç kişi yerine yüzlerce olsak milyonlarca çocuğa erişme olanağı olur. Bu çalışmalar toplumun farkındalığı kadar yönetenlerin de bizden yana karar almasını sağlayacaktır. Çünkü asıl olan; hukuk belgelerinin iktidarlar tarafından hayatın her alanında uygulanmasıdır.
Bakın; hukuk, bilim, vicdan kılavuzluğunda hak alma mücadelesi veren bu az ama özverili insan geçmiş senelerde valilikten okullarda ücretsiz su sağladı. Bu yıl bir kesim öğrenciye belediyeden bir öğün yemek verilmesini sağladı. Yeterli mi? Elbette değil. Gelin özverimizi çoğaltalım, sesimizi büyütelim ve evrensel sözleşmelerde imza attığımız gibi bu olanakların tüm çocuklarımıza sunulmasını inat ve kararlılıkla savunalım ve talep edelim.
Kent Konseyi önderliğinde geçmiş yıllarda ve bu yıl da çocuklarımız Belediye Meclis Salonunda oturup düşüncelerini söyleyebildi. Birlikte ve daha güçlü olmaları, idarecileri uyarmaları için daha çoğalmak gereklidir. Kent Konseyi öncülüğünde çocuk öznesi üzerinde çalışan derneklerle Çocuk Meclisi kurulma aşamasındadır. Biz büyükler çocuklarımızı bu oluşuma katmalıyız.
Çocuklarını bakamayan bir devlet olur mu, ama oluyor.Siyaseti sevmiyor, güvenmiyor ve bu nedenle de ilgilenmiyor olabiliriz. Ama tüm kararlar maalesef siyasi tercihlere göre alınmakta. Bakın bu günlerde 2025 bütçesi onaylanacak. Bizler tercih ettiğimiz siyasi partilerden ülkedeki çocuklar için bütçe ayrılmasını talep edelim. Meclislerde ortak karar alsınlar. Devletin asli görevi yurttaşlarını güvenli, sağlıklı, mutlu ve umutlu etmektir. Bu olsa yoksul aile ve dolayısıyla da yoksul çocuk olmayacaktır. Herkes sağlıklı ve erişilebilir gıda ile beslense okul yemeği için taleplerimize gerek kalmayacaktır.
Bugün kendi çocuğumuzu kurtarmak yeterli değildir. Önemli olan yarınlarda yaşayacak çocuklarımızın mutluluğunun temelini bugünden oluşturmaktır.Savaşların, yoksulluk ve ayrımcılığın en çok etkilediği kesim çocuklardır. Oysa Çocuk Haklarına dair Sözleşme’nin temel ilkeleri toplumda çocuklar arasında ayrım gözetmeme, yaşama ve gelişimleri için uygun çevrenin sağlanması ve her durumda çocuğun yüksek yararının korunmasıdır.
Yurttaşlık zor zanaattır, hele örgütlü yurttaşlık daha da zordur. Bireylerin yurttaş olduğu kurumlar örgütlerdir. Öncelikle elimizdeki hakları bilip kullanma ve sonrasında da yeni haklar kazanmaktır ilerlemek. Çocuklarımızın haklarını bilmesini sağlamak bizlerin görevidir. Hakkını aramak için de çocukların özgür eğitim alması gerekir. Okulları mektep ya da medrese olarak görürsek çocuklar özgürleşemez ve korkularla üretilen birer müşteri-kul olurlar. Çocuklar suç işlemez, işleyemez. Mutlaka bir yetişkin etkisi vardır. O nedenle her çocuk masumdur. Tek başlarına sorumlu tutulamaz ve cezalandırılamaz.
Çocukları çiçek diye koparanların olmadığı bir dünyada çocuklar mutlu ve umutlu olacaktır.
Büyük romancı Orhan Kemal’in 1952 yılında yazdığı,başta Müşfik Kenter ve arkadaşları olmak üzere birçok sanatçı tarafından filmi ve tiyatrosu yapına Bekçi Murtaza çok anlamlı bir karakterdir ve o günlerin yurttaş yapısını simgeler. Bana göre dünün Bekçi Murtazaları bugünün Hacı Rızaları olmuş durumda. Bekçilikten Hacılığa dönüşümü olumlu olarak düşünmüyorum. 1980 öncesinde meslekler vardı. İnsanlar kentlere göçünce bu işleri yapıyordu. Bugün işsizlik baş sorun ve meslekler değersizleştirildi. Öte yandan ne iş yapılırsa yapılsın dini lakaplar önem kazandı diyebiliriz.
Birleşmiş Milletler, 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 21. maddesinde “Halkın iradesi kamu otoritesinin esasıdır” der. İktidarlar bunu; o halde seçmeni razı edebildiğin sürece iktidarda kalabilirsin diye yorumlar.
Dünyanın en önemli kültürlerinden süzülüp gelen bu topraklarda yaşayıp Bekçi Murtaza veya Hacı Rıza olan karakterlere dönüşen toplumsal yapımız hepimizi şaşırtabilir.Ama şaşıran zat olarak biz, aynı zamanda şaşırtan bireylerden de birisi değil miyiz? Hiçbir şey benim dışımda değil; ben, benler eşittir, biziz. Kısacası toplum böyleyse yüzde 51’den değilim diye övünmek bir ayrıcalık getirmiyor bizlere. Birlikte eziliyor, birlikte acı çekiyoruz.
“Halkın iradesi” tanımın algısı maalesef çoğunluğu elde tutmak, razı etmektir. Türk Dil Kurumu sözlüklerinde; Rıza, razı olma, isteme, istek anlamında olup rıza göstermek, rızası olmak şeklinde kullanılır. Rıza aynı anlamda bir erkek ismidir.
İktidarlar bizlerden hep Rıza olmamızı ister. Eğitim sistemi Rıza olmasistemini besler. Rıza’lara biçim vermekte en etkilidir. Yetişkinlerin ve devletin otoritesi, denetim ve gözetimi ile disipline ediliyor, itaate, Rıza olmaya alıştırılıyoruz.
Hiçbir iktidar özgür eğitim istemez. Sisteme uyan Rıza’lar ister. Eylemlerimiz kişiliğimize ihanet ettikçe benimseniyor, seviliyoruz.Bu nedenle de toplumun bizler için belirlediği hedeflere odaklanıyoruz. Başkası için yaşayan Rıza’lar olduk.
Bu arada sorgulamayı unutuyor, robotlaşıyoruz. Sömürülmeye razı olan bizler sömürmeyi de normal görüyor ve “çalar ama yapar” sisteminde ne kadarını çalabilmeli kriterini tartışıyoruz. Başkaldırmak, isyan etmek, haykırmak, sistemin dışına çıkmak savrulmak olarak görülüyor.Delilik göstergesi sayılıyor.Hasta bir topluma uyum sağlamak sağlık ölçütü kabul ediliyor.
Aslında toplumda olan birçok olumsuz duruma razı değiliz ama Rıza olduğumuzdan sessiz kalıp bir şey demiyoruz, diyemiyoruz. Pasif, silik, sinik Oblomow’lar oluyoruz.
Hacı Rıza tipine uygun toplumsal yapımız olmasa;Reşit olmayan bir kız çocuğuna tecavüz edenlerin yargılandığı davada “rızası varmış” denebilir mi?Yerelin yüzde 60-80 oyla seçtiği yerel idareciler görevden alınabilir mi? Usulsüz atanan kayyım belediye meclis üyelerinin belediye binasına girişini engelleyebilir mi?İktidara yakın yerel idareler ihya edilirken muhalif belediyelere verilen hakları borçlara karşılık, verirken kesilebilir mi?İktidar sözcüleri muhaliflere her gün küfürlü hakaret ederken ses çıkarmayan adalet dağıtıcıları iktidara yapılan her basit benzetmelere dava açabilir mi?
Daha çooook örnekler görebiliriz Rıza’lık durumumuzu kanıtlayan.
Kentimize dair; Meriç kanala dönüştürülürken, Söğütlük İzzet Arseven Kent Ormanı iğdiş edilirken, doğamız; adında ‘çevre’ olan bakanlık tarafından yok edilirken, şehirlerimiz; adında ‘şehircilik’ olan bakanlık izniyle talana açılırken sessiz durulabilir mi?
Dünün Murtazaları bugün Hacı Rıza oldu. Bekçi Murtazalar patronuna şirinlik adına kendi kafesi içinde çıkmazda sıkışıp kaldı. Ne işçiler ve mahalleliler sevdi onu ne de patronu sevdi. Toplum olarak da Murtaza’ların yurttaş olmasını, örgütlenmesini başaramadık.
Bugün de Hacı Rıza’lar aynı durumda. Patronları (iktidar) tarafından seviliyor iseler de aslında gönül sevgisi değil bu. İktidarın devamı için çıkarların gereği karşılıklı bir uzlaşma oluşmuş durumda. Günü geldiğinde birer aparat gibi kullanılıp atılacaklarını biliyorlar. Ve elbette korku ve sindirilmişlik de belirleyici.
Rıza olmayanlar Rıza’lara bu durumu iyi açıklamalı ve geleceğe dair insan hakları ilkeleri ve daha iyi yaşam umudu ve güveni verilebilmeli. Bu umut boş çıkarılmadığında özgür yurttaşlar olabilmenin şafağındayız demektir.
.
Bir asır oldu Cumhuriyetimiz. Heyecanımız birinci yılın heyecanından yüzlerce kez fazla. Bu nedenle güvenimiz tam ve asırlar boyunca ilelebet sürecek. Hem de amasız, fakatsız. Çünkü birinci asır sonunda gördük ki sahiplenilmedikçe, demokratik katılım olmadıkça ilerleyemiyor ve kayıp gidiyor elimizden.Derslerimizi öğrendik; yaparak, yaşayarak.
Osmanlı tebaasından çaldığı tüm zenginlikleri anlaştığı uluslararası sermayeye devretmişti. Yetmemişti, topraklarımızı da istediler.
Günün şartlarına uygun Cumhuriyeti kan dökerek kurabildik. Bize ait olup bizden alınanları geri aldı Cumhuriyet. Olması gereken sanayi tesislerini, üretim merkezlerini kurdu. Bir yandan da Osmanlının çaldıklarını ödedi.
Geliştirmek, demokratikleştirmek biz yurttaşların görevi idi. Tebaadan kurtulamamış kültürel yapımız yetmedi bu görevi tamamlamaya. Yine de iki ileri bir geri, seke seke yürüyordu mücadele.
Ve 1980. Önce esaret koşulları ile 24 Ocak 1980 kararları dayatıldı. Ardından ‘bu kararlar ancak baskı yönetiminde uygulanabilir’ diyen iktidar ve 12 Eylül 1980 faşist cuntanın darbesi. Cumhuriyetin ekonomik kazanımlarını sermayeye devretme yarışı hızlandı.
Ve 2002 Kasım ayında iktidara gelen AKP Cumhuriyete dair her şeyi yok etmek görevini üstlendi. Her şeyi “babalar gibi” satanlara Cumhuriyet yatırımları elbette yetmezdi ve yetmedi. İktidara geldiğinde devleti şirket mantığı ile yöneteceğini ve kendisini de bu şirketin ceo’su olarak gördüklerini söylemişlerdi. Oysa ceo başında bulunduğu şirketi zenginleştirmek görevini yürütür. Aksi halde sermaye sahibi o ceo’yu bir dakika görevde tutmaz. Ama bu ceo devletin başında olunca kamunun her şeyini asıl bağlı olduğu uluslararası şirketlere aktarma, yeni yerli yandaş yaratma amacını güdüyordu. Başardılar!
Biz kaybettikçe onlar zenginleşti. Sonunda sattıkları da yetmedi. Beş kuruş vermeden yatırım yapıyoruz diyerek özel sektöre yaptırılan yol, tünel, köprü, hastane gibi kamusal hizmetler için 20-30-40 yıl her ay milyarlarca ödeme yapmayı bizim adımıza garanti ettiler. Yapılan işin yüzlerce katı para aktarıldı yandaşlara. Hastane patronları sağlık bakanı, özel okul sahipleri Milli Eğitim Bakanı oldu. Yetmedi. Yeni vergi kalemleri üretmeye başladılar, görüyoruz. Evdeki tuvaletlere bile ölçme aleti koyup vergi çıkarma niyetleri oldu!
İşin özü; bir asır önce kadınlarımıza, çocuklarımıza, emekçimize, çiftçimize, üreticimize umut olan Cumhuriyet, bugün felakete dönüştü.Kadın cinayetleri her gün artıyor. Çocuklarımız yoksulluktan okuldan ayrılıyor. Kadın ve çocuklar cinsel saldırı, taciz korkusuyla yaşıyor. Her yaş yurttaşın emeğinin sömürüsü sınırsız hale geliyor.Mafyalar her adımda cirit atıyor. Ülke nüfusu komşu ülkelerden gelenlerle yeni demografik yapılar oluşuyor ve kentler gettolaşıyor. Tarım ve hayvancılık ithalat şirketlerince sıfırlanıyor…
Bu ahval ve şerait içinde bizlerin umudu tükenmedi. Bir asrın sonunda eksiklerimizi görerek yeniden yeni bir cumhuriyet; demokratik cumhuriyet için direncimiz, umudumuz ve kurucu anlayıştan kalan teslim olmayan irademiz büyüyor.
İkinci yüzyılın başında ilk günün heyecanı ile görevlerimiz ağır ama başarma irademiz ve durumumuz vardır. Hatalardan dersler çıkararak kul olmaya yönlendirilen nüfusumuzu yurttaşlığa kazandırmalıyız. İktidarın çaldıklarını geri almalıyız. Kadınlarımızın haklarını kullanmalarının önündeki engelleri kaldırmalıyız. Çocuklarımızı özgürleştirecek adımları kamusal görev bilmeliyiz. Emekçini hakkını alabilmesi için evrensel hukuk kapsamında kapıları açmalıyız. Laikliği herkes için her zaman ve her yerde savunmalıyız.
İşimiz çok. Ama yapamayacak durumumuz yok. Önce niyet edelim. Samimi olalım. Üzerimize düşeni özverili olarak karşılıksız yapalım. Uyanalım. Uyumak için önümüzde sonsuzluk var. Anlayalım. Ders alalım. Liderlere değil kendimize, örgütlerimize güvenelim.
En önemlisi de bir arada olalım. Çünkü biz ya sırtımıza alıp taşıyoruz liderimizi ya ayağımızın altına alıp çiğniyoruz düşenimizi. O nedenle en büyük ders; yan yana yürümeyi öğrenmeliyiz.
Bunu başaracağız ve bu coğrafyada demokratik bir Cumhuriyet olarak asırlarca yaşayacağız. Yüz yıl önce bunu istemeyenler ve bu gün de istemeyen varsa bir daha gelmemek üzere gidecekler.
Her şeyin başı aile, her şeyin başı eğitim veya her şeyin başı sağlık cümlelerini çok duyarız. Tartışılır. Her ilişkinin para üzerine kurulduğu vahşi ve aç kapitalist meraklılarının egemen olduğu ülkemizde aile de eğitim de sağlık da birilerinin kazanması üzerine kurgulanmıştır.
Hiçbir aile büyüğü veya eğitimci; ailede ve okulda çocuğa hırsızlık yapmayı, insan öldürmeyi, şiddet kullanmayı, taciz ve tecavüzü öğretmez. (Bazıları hariç elbet) Ama bunlar olur. Hem de muhafazakâr bir iktidarın; önceliği aileye, eğitime ve sağlığa verdiğini ballandıra ballandıra anlattığı ideolojik yapının egemen olduğu zamanda. Bir yanlış var yani!
Hani bir söz vardır; hocanın dediğini yap yaptığını yapma. İktidar tam da bunu yapıyor. Güne göre değişik cümlelerle kandırıyor ve kanıyor. Söylem ile yapılanın ayrı olduğu düzen bir dönem tutsa da sonrasında elbisenin dikişleri patlıyor. Patlayan dikişleri mi onaracağız yoksa yeni bir elbise mi dikeceğiz? Muhalefet patlayan dikişleri onarmayı hedeflediğinde büyük fotoğraf kaybolmaktadır. Çünkü AKP rejimi değiştirdi ve sorunların ana kaynağı budur. O halde muhalefet yeni bir ülke kurmanın yolunu hedeflemelidir.
Geçmişte tüketecek mal ve hizmet azdı ama alabilme gücümüz vardı. Şimdi her tür tüketim maddesi var ama alabilme gücümüz yok. Ülkemizin yüzde yirmisi yani 16 milyonu genel gelirlerin yüzde 50’sini alırken geri kalan yüzde seksen kalan yüzde elliyi paylaşıyor. Ki en dipteki yüzde yirmi yani 16 milyon insan gelirin sadece yüzde dördünü alabiliyor. Vahşi adaletsizlik ekonomide başlayıp paylaşım ve hukuk başta olmak üzere her yerde dibe vurmuş durumda. Bu kirlenmişliğin iktidar sayesinde yukarıdan aşağıya bulaştığını da unutmayalım.
Biz resim, müzik, beden eğitimi derslerinde matematik testleri çözmezdik. Sanatın kişiyi insanlaştırdığı öğretilirdi. SMS ile para toplama kampanyaları yoktu ama köylerde imece, mahallelerde, semtlerde dayanışma vardı. Daha ilkokulda yurttaşlık bilgisi öğrenirdik. Orta öğretimde mantık, felsefe, sosyoloji ve matematik derslerinde kavrardık düşünmeyi. İnançları ve laikliği tek din ve ahlak olarak değil bilimsel verilere dayanan inançlar olarak tarafsızca öğrenirdik.
Hakkını arayan ve sorgulayan ‘yurttaş’lıktan devletten ulufe dilenen ‘kul’lara dönüştük. İktidar yoksullaştırdığı yurttaşlara yardım ederken sayının büyüklüğünden övünüyor. Oysa bu yoksullaşmanın ana kaynağı kendisidir. Bu çürümedir.
Adalet saraylarımız (!) yoktu ama maalesef siyasi suç(!) hariç adalet dağıtan adliyelerimiz vardı. Bazen adliye binalarına gitmeye de gerek kalmazdı. Toplumun güvenilir önderleri adaletsizlikleri, yalanları, didişmeleri adil bir şekilde çözerdi.
Bu iktidar zamanında çürüdük biz. Hani Hrant Dink’in eşi Rakel demişti ya; “Bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim!”
Bu karanlığı değiştirmeyi hedefleyen bir muhalefet gerekli. Çünkü sistem çocukları ya katil yapıyor veya ölümlerinden para kazanmak için çete kuruyor. Hem de bu suçların işlendiği zamanda Sağlık İl Müdürünü Bakan yapıyor! Bu cehalet değil, bilinçli suç olmalı.
Vahşet, nobranlık, cehalet, dehşet, öfke, çürüme “kader” değil. Tüm canlılar gibi toplumda dönüşebilir. Ama öncelikle birlikte yaşama kültürüne, toplum olma bilincine sahip olduğumuzu anımsatan bir yeni sosyal sözleşme gerekli. Bütün kavramların, bütün erdemlerin, bütün etik değerlerin içi teker teker boşaltılırken, yeniden iletişim dilini sağlamalı, kurumsal kültürleri yenilemeli, bizi birleştiren harcı yeniden keşfetmeliyiz. Toplumsal gelişimimize ancak kendimiz yön verebiliriz. Çürümeye ancak biz, ortak bir iradeyle dur diyebiliriz. Muhalefet bunu başarmak zorundadır.
Bilim de söylüyor ki her şeyin başı aile ve eğitim. Ama daha önemlisi aileyi ve eğitimi demokratik bir işleyişe koyan sistemdir. Suçlunun ceza almadığı bir sistemde suç teşvik ediliyor demektir. Cezaevinde kravat taktı diye iyi hal indirimi suçu teşvik demektir. Cezasını çeken suçlunun hapisten çıkınca sahipsiz bırakılması kişiyi yeniden suça sürüklemektir.
Ülkemizi şiddet ortamına sürükleyen iktidar derhal çekilmelidir. Bu durumun ana sebebi olan kapitalist sistem değiştirilmelidir ki geleceğimiz “dehşetistan” olmasın.