01 Temmuz 2025 Salı
1973 yılında Edirne’den Almanya’ya ayak bastığında 23 yaşında üniversiteyi yeni bitirmiş mesleğinde deneyimli bir elektrik mühendisiydi.
Gittiği gibi Münih’te yaşayan akrabaları sayesinde BMW motor şirketinde işe başladı. Sevdi işini, fabrika yönetimi ve mesai arkadaşları da onu. Çocukluğundan beri ilgili olduğu motosiklet dünyasının içinde buluvermişti kendisini.
Gülçavuş sahili. 1970 li yıllar.
Edirne’nin sokaklarında az mı Jawa bağırtmıştı babasından habersiz çaldığı motoruyla. Kendisinden 3 yaş küçük Emin arkadaşıyla birlikte Trakya’nın en ücra köşelerine ulaşmayı başarmışlardı. Emin’in 50’lik Honda Cup’una hayranlık duyar, hıncını Jawa’nın gazını kökleyerek çıkartmaya çalışırdı.
Çalıştığı BMW firması Dünya’nın en iddialı motorlarından birisini çıkardı aynı yıl. 1973 model R 90 S. “Gümüş Duman”. Adeta aşık olmuştu bu motora. Mesai saatleri boyunca işini yaparken üretim bantları arasında dolaşır, o zaman için sahip olmasının imkanı olmadığı bu dehşet makineyi gıpta ile izlerdi.
İki yıl içinde işinde ustalaşmış, maaşı artmış ve artık bu motorun ikinci elini alabilmeyi başarmıştı. İş yerinde tanıştıkları ve sonradan sevgili oldukları Angela’nın da ısrarlarıyla birlikte 1200 mark katkısı da olunca yola çıkma zamanı gelmişti artık.
Motorunun bütün bakımlarını Angela ile birlikte yaptılar. Bütün vidaları elden geçti, yağını değiştirdiler, frenlerini son kez kontrol ettikten sonra motorlarına yükledikleri çadır, uyku tulumları ve matlarıyla birlikte Türkiye’ye doğru yola çıktılar.
Bülent öğretmen çocukları eğitmeye devam ediyor.
İki haftalık izinleri vardı ve kat edilmesi gereken 4 bin kilometre yol.
Sabah erken çıktılar Münih’ten yola. Avusturya’da Viyana’da geçirdikleri bir kaç saatten sonra Yugoslavya’da yol kenarında bir benzinlikte gecelediler çadırlarını kurmadan uyku tulumlarının içinde. İkinci gün Yugoslavya’yı boydan boya geçip bitirdikten sonra Sofya’ya günün akşam saatlerinde girdiklerinde 1300 km’nin üzerinde yol almışlardı.
Üçüncü gün öğlen saatlerinde ulaştılar o yılların küçücük Kapıkule’sine.
Gümrükte işleri bittikten sonra heyecanla motorun gazına asıldığında arkasında oturan Angela’nın vücuduna sarılmış elleri onu yavaş gitmesi konusunda uyarıyordu.
Bülent Karakaş. 50 yıldır sahilin gönüllü bekçisi.
Edirne’ye girdiğinde Saraçlar’da turladı önce. Özlemişti doğduğu büyüdüğü kenti. Tur dönüşü Çatı Restoran’a götürdü Angela’yı. Sözü vardı Edirne’de en çok Çatı Restoran’da yemek yemeyi istiyordu. Gençlik ve öğrencilik yıllarında parası olmadığı için kapısından giremediği Çatı Restoran.
Yemek sonrası Ayşekadın’da yaşayan anne babasının evine geldiklerinde önce yaşanan sevinç Angela’yı gördüklerinde şaşkınlığa dönüşse de çat pat Türkçesiyle Angela’nın samimi tavırlarıyla sıcak bir ortam oluşu vermişti hemen.
İki gün boyunca Edirne’nin tarihi, turistik her yerini gezdiler birlikte. Temmuz ayının bunaltıcı sıcaklığı sonunda Angela’ya verdiği söz için Saros’un yolunu tuttular.
Enez’e varmaktı amaçları yola çıkarken. Enez’e yaklaştıklarında sol tarafa kıvrılan köy yolunu arkadan uzattığı eliyle işaret etti Angela. Direksiyonu kıvırarak daracık, toprak köy yolunda ilerlemeye başladı Gümüş Duman homurtular çıkartarak.
Dümdüz ilerledikten sonra Küçükevren’de aldıkları tarif onları Gülçavuş’ta Şezai’nin işlettiği köy kahvesiyle buluşturdu. Yorgunluk çaylarını içtikten sonra saldılar kendilerini sahil yoluna doğru bir de ne görsünler?
Çifter koşulmuş öküz/inek arabaları ardı ardına sahile doğru inmekte. Gülçavuş köylüleri sahile yakın kuyunun başında testilerine su dolduruyorlar sahile ulaşmaya çalışıyorlar. Yanlarında paket paket kumanyalar, sarmalar, börekler. Adetiymiş köyün, her hafta sonu deniz kenarında piknik yapılır, akşam en son öküzler de deniz içinde yıkandıktan sonra köye dönülürmüş.
Sahile vardıklarında Angela motordan atladığı gibi ellerini açarak Saros ile kucaklaştı. Dizlerine kadar girdiği denizde ayaklarını çırparak neşeyle gülerek;
“İşte bize üniversite’de derste anlattıkları, ansiklopedilerde okuduğum, hayran olduğum, merak ettiğim Saros. Burası Dünya’da kendi kendini temizlemeyi başarabilen çok az yerden birisi. Bak şu güzelliğe iyi ki beni buralara getirdin.”
Sahilde neşe içinde oynayan çocukları izleyerek motorun üzerindeki eşyaları boşalttıktan sonra kuytu bir yere kurdular çadırlarını. Malzemelerinin bazılarını da çadırın içinde koyduktan sonra sahilde yürüyüşe çıktılar. Kendileri gibi üç çadır ve birkaç tane barakadan başka bir şey yoktu sahilde.
Çocukların yanından geçerken kendilerini izleyen meraklı çocuklarla sohbete başladılar. Nerden geldiniz, motor kaç basıyor sorularından sonra isminin Bülent Karakaş olan 9 yaşlarında bir çocukla sohbeti koyulaştırdılar.
Gülçavuş köyündenmiş Bülent. Büyüyünce öğretmen olmak istiyormuş. Çok seviyormuş köyünü ve bu sahili. En çok da sahile ve denize çöp atanlara kızıyormuş.
Angela çat pat Türkçesiyle; “Bulent buyalara sahip çıykın, dünyanın en güzel yeyleri.”
**
……..(50 yıl sonra)
Akşam saatlerinde indiğim Gülçavuş sahilinde rastladığım yaşlı bir amcanın anılarını naklettim üstteki yazıda. Yanında bembeyaz saçlarıyla etrafı sevecen gözlerle izleyen bir de kadın vardı. Sormadım ismini. Ama bana Bülent Karakaş’ı sordular. Öğretmen olduğunu ve Gülçavuş sahilini koruyan mücadele eden en önde gelen isimlerden birisi olduğunu anlattım. Sevindiler. Selam ilettiler Bülent öğretmene. 50 yıl öncekine benzer bir halde buldukları Saros onları çok mutlu etmiş, iletmemi istediler Bülent öğretmene. Biraları bittikten sonra bana veda ederek bindikleri Scooter motorlarıyla geldikleri yöne doğru yola çıktılar.
Her yıl imkanlarımız doğrultusunda çıktığımız 9 günlük turumuzla bu yıl da havada gördüğümüz leyleğin hakkını vermiş olduk.
Domaniç yaylasında yörüklerin misafiri olduk
Tatil olayı kişiden kişiye değişen bir kavram. Tabi ki olanaklar ölçüsünde.
Ben doğaya yakın olmayı, doğal, sessiz yerlerde gezmeyi seviyorum. Eşim de bana uymaya çalışıyor.
Bisikletle yıllarca yalnız veya arkadaşlarımızla sakin doğal ortamlarda pedal çevirme alışkanlığımızdan olsa gerek otomobilimizle çıktığımız gezilerde de doğaya yakın, büyük şehirler ve otobanlar ile duble yollardan uzak yerlerde gezmeyi seviyoruz.
Cide’de Rıfat Ilgaz müzesi
Balıkesir’in şirin ilçesi Manyas’tı bu yıl ilk durağımız. Gelibolu’dan sonra Kaz Dağları’nda devasa altın madenleri karşıladı bizi. Hemen dibinde sezonun ilk şeftali mahsulünü toplamaya başlamış Selim kardeşimiz ve eşine siftahı yaptıktan sonra dalından topladık bizde şeftalilerimizi.
İkinci günümüzde ara yollardan başlayan yolculuğumuzda yol sapağını kaçırdığımız için Bursa yolunda bulduk kendimizi. İşkence gibi bir trafiğin içinden geçerek rotamıza kavuştuk. Ara yollarda yörüklerin misafiri olduk, dağlardan tepelerden geçerek yine bir öğretmen evinde Bilecik ilinin ilçesi Bozüyük’te konakladık.
Göynük
Öğretmen evleri bir çok eksikliklerine karşın bizim gibi emekliler için en iyi seçenek olmayı sürdürüyor. 800 ile 1500 lira arasında ücretler ödedik buralarda. Otel ve pansiyonlara kalsak iki katı ödemeler yapmamız gerekecekti.
Üçüncü günümüzde rotamızı Karadeniz bölgesine çevirerek Bilecik’ten sonra Eskişehir, Ankara, Bolu ve Düzce il sınırlarından geçerek Yığılca ilçesinde eşimin yeğeninin evinde harika bir akşam yemeği ile konuk edildik.
Bu rotada Osmanlı’nın kurulmuş olduğu yerleri gezerken Tunçbilek’te termik santral, Söğüt’te altın madeninin doğayı felç eden görüntülerini gözlemledikten sonra sözde ecdadımızdan başka söz bilmezlerin yeşilin sadece dolarını sevenlerin tezatlarına gözlerimizle şahit olduk.
Dördüncü günümüzde Yığılca’dan Karadeniz kıyısına çıkıyoruz Alaplı’ya. Anılarım beni yaklaşık 20 yıl öncesine götürüyor. O yıllarda bisikletimle tek başıma geçtiğim yerlerden bir daha araçla geçiyoruz.
O yıllarda Karadeniz yolunda duble yolların daha d’si bile yoktu. Çok değişmiş, yoğunluk artmış ama yol kenarlarında her köşe başında bisikletimle mola verdiğim o güzelim dağlardan gelen çeşmelerden eser kalmamış. Duble yollar yutmuş o çeşmeleri.
Taraklı
Ereğli ve Zonguldak’ın yanından geçerek Karadeniz manzarasıyla kıvrılarak devam eden yollarda iki saat kadar yol aldıktan sonra Gideros’a vardık. Doğal bir liman gibi, cennet gibi bir koyda çay molasından sonra Cide’de apart dairemize ulaşıyoruz.
Cide’ye vardıktan sonra memleketimizin en büyük yazarlarından Rıfat Ilgaz’ın müzeye çevrilmiş evini dışarıdan da olsa ziyaret ediyorum.
Beşinci gün yolculuğumuz Cide’den sonra Ilgaz’a doğru sürüyor. Yolda Seydiler kasabasına girişimizde davul zurna eşliğinde esnafı düğüne davet edilişinde dayanamayarak arabayı kenara çekip köçeklerle karşılıklı bir oyun havası oynuyorum.
Yeniçağ’da öğretmenevindeki konukluğumuzdan sabahında Göynük ve Taraklı’nın tarihi dokusu içinde saatler geçiriyoruz. Adım başı tarihi yapılarıyla büyülüyor bu iki yerleşim yeri bizi. Tarihin nasıl ayağa kaldırıldığını görüyor ve Edirne’de yedi yüze yakın tarihi yapının sıra beklediğini düşününce üzülüyoruz.
Yedinci günümüzde Kütahya ve Tavşanlı’nın yanından geçtikten sonra Emet ilçesinde pide molası veriyoruz. Küçük, şirin bir yer. Yemek sonrası akşam hedefimiz olan Bigadiç’e varıyoruz. Çok seviyoruz Bigadiç’i. Her köşe başında dağlardan gelen sularıyla çeşmeler, çeşmeler.
Emeklilerin oturduğu Belediye parkında Mehmet amcayla tanışıyoruz. Hemen önümüzdeki çeşmenin 40 km uzaktan dağlardan geldiğini ve şifalı olduğunu açıklıyor. Elimle kana kana içiyorum çeşmeden. Savaş yıllarında askerliğini Kofçaz’da 4 yıl yapan babasının anılarını dinliyorum, yazacağıma söz veriyorum.
Mehmet amcanın önerisine uyarak karşıma çıkan ilk kasap dükkanına giriyorum. Burada kasapların bildiğimiz kasaplardan farklı özellikleri var. Et ve et ürünleri satışının yanında ızgara ve tandır fırınları da var mekanlarında. Masa ve sandalyeleri kurulu. Adeta hepsi bir et restoranı şeklinde. Mevsimine göre oğlak ve kuzudan tandır yapılıyor. Köfteleri de özel. Tandırlarımızı ve köftelerimizi yiyoruz. Salata, su, çay ikramları. İki kişi hesap 500 lira. İnanılacak gibi değil. Henüz turizm kavramı ile tanışmamış arada kalmış şirin bir ilçenin güzelliği işte.
Sekizinci günümüzde Bigadiç’ten Ayvacık’a kadar duble yollarda sakince yol alıyoruz tatsız, tuzsuz bir şekilde. Duble yollar adeta otobanlar gibi, alışageldiğimiz ara yollardaki insanlara yakın yolculuklara benzemiyor pek. Ayvacık’tan sonra ara yollara dönüyoruz yine. İne çıka yavaş bir şekilde ilerleyerek yolumuz üzerinde köylerde kısa çay ve ihtiyaç molalarından sonra akşam saatlerinde yolculuğumuzun son gecesini geçirmek için Çanakkale’nin Geyikli beldesine ulaşıyoruz. Turizmden nasibini fazlasıyla almış, yabancıya karşı bıkkın yüzlü esnaflarına karşın yeni açtıkları pansiyonlarında bizleri güler yüzüyle karşılayan pansiyonerlerimizin tertemiz odalarında biraz dinlendikten sonra ortak kullanılan mutfağında yiyeceklerimizi hazırlayarak geceyi sonlandırıyoruz.
Son gün Geyikli’den Bozcaada. Gökçeada’ya oğlumuzun öğrenim döneminde defalarca gitmiş olmamıza karşın Bozcaada’ya ilk gidişimiz eşimle birlikte. Onun çok istemesiyle son günümüzü de adayı dolaşarak geçirdikten sonra dönüşte Lapseki’den Gelibolu’ya feribotla geçerken evimize gelmiş gibi oluyoruz. Ne de olsa Trakya topraklarındayız.
Son günümüzde akşam saatlerinde sakin bir yolculuk sonrasında Gülçavuş’ta son buluyor bu yılkı gezimiz.
Önümüzdeki yıl mı? Sağlık ve olanaklar elverdiğince gezmeye devam. Türkiye çok büyük bir ülke, gezmekle bitecek gibi değil.
Emekli İlkokul öğretmeni Kadriye Dağ öğretmenlik anılarından oluşan “Gün Çiçekleri” kitabıyla okurlarıyla ikinci defa buluşmanın mutluluğunu yaşıyor.
Yayınlanan ilk kitabı olan “Gönlüme Güz Düştü” ile okurlarıyla şiirleriyle buluşan Kadriye Dağ ikinci kitabında öğretmenlik yıllarının anılarını okurlarıyla paylaştı.
1950 yılında Malkara ilçesinin İshakça köyünde doğan yazar ilkokuldan sonra ailesinin bütün karşı çıkmalarına karşın öğretmeni Hasan Durmaz’ın desteği ve ailesini ikna etmesi sonunda Bolu Yatılı Kız Öğretmen Okulu’nu kazanarak eğitimin ardından mesleğinde hep köy okullarında yaptı.
Kadriye Dağ’ın mükemmel Türkçesiyle kitabında sıcak insan ilişkileri, zorluklar karşısında yılmadan mücadele eden aydın bir Türk kadınını görüyoruz.
Çocukluk anılarına sık sık dönüyor Kadriye Dağ kitabında. Köyde çocuk yaşında bakırağacı ile su taşıyan, annesinin yaptığı soğanlı katmeri anlata anlata bitiremeyen, mutfaklarında tel dolaplardan, evlerinde isli gaz lambası şişelerini nasıl temizlendiğine kadar şimdiki kuşakların bilmediği, yaşayamayacağı sıcak anılarla dolu satırlar sıralanıyor sayfalar boyunca.
Çocuklun anılarının içinde orak zamanında elle orak biçtiğinden, harman zamanlarından da söz ediyor.
Genç yaşında öğretmenliğinin yanında bir de müdürlük yaptığı okulda öğrencilerinin sorunlarıyla yakından nasıl ilgilendiğini, çocukların anne babalarının cahillikleriyle nasıl başa çıkmaya çalıştığını da hüzünle okuyoruz sayfalar boyunca.
Ve mesleğinin bütün zorluklarının üstesinden gelmeye çalışırken 3 tane de evlat yetiştiriyor yazarımız, hepsini eğitimin en yüksek seviyelere taşıyarak.
Geçimi için köyde tavuk bakan, yumurta satan Kadriye Dağ sinemaya tiyatroya gidememenin ezikliğini hissettiriyor satır aralarında.
Engelli çocuklara da el atıyor Kadriye Dağ öğretmenimiz. Onların ilgiyle, sabırla ve sevgiyle yaşama, hayata katılması gerektiğini belirtiyor.
Müfettişin kirli çamaşırlarını da gülümseyerek okuyoruz satır aralarında. Diploma konusunda yardım ettiği birisinin verdiği 50 lirayı almak istememesi ama “Hocam kendinize etek alırsınız” diyen memleketimizin insanlarının cömertliğini de görüyoruz kitabımızda.
Köyden çıkarak uzun yıllar köylerde çocukların aydınlanması, eğitilmesi için mücadele eden yazar Kadriye Dağ emeklilik günlerinde de üretmeye devam ediyor.
Yazmaya devam ediyor Kadriye Dağ.
“H Serbest” ibaresi emlak sektöründe bina yüksekliğinin yani ölçüsünün sınırsız olduğu ifadesiymiş.
Evimizin önünde bir arsaya firmanın birisi tabelasını konduruverdi geçtiğimiz günlerde sessiz sedasız bir şekilde.
Komşuların haberi yok, benim de. Bu arsaya ne yapılacak, ne büyüklükte, ne yükseklikte? Şimdiden çevrede yaşayanlar endişelenmeye başlamış durumda.
Çevremiz çoğunluğu 5 katlı yapıların olduğu, sahiplerinin tamamına yakınının kooperatifler sayesinde birer dairecik sahibi olabilmeyi başarmış emeklilerin oluşturduğu bir bölge.
Yakınlarımızda çocukların oynayabileceği ne bir yeşil alan, ne de bizler gibi emeklilerin zaman geçirebileceği, üzerine oturarak sohbet edebileceği yeşil alanları geçtik bir tek bank dahi yok etrafımızda.
Devasa sitelerin içinde yine büyük boş otoparklara karşın otomobillerini dışarıya bırakan araç sahipleri yüzünden caddelerde yürümek bile gittikçe zorlaşıyor. Artan konut yoğunluğu nedeniyle hayatımız her gün biraz daha yaşanmaz hale geliyor.
Son yıllarda ortaya çıktı bu illet; H serbest.
Solumuza önümüze ve nereye buldularsa müteahhitlerce H serbest sayesinde bizim gibi 5 katla sınırlandırılmış binalarımız bunların arasında adeta can çekişmeye başladı. Güneşi göremezsin, hava akımını engellerler adeta boğulur gibi yaşarsın.
Hak mı bu H serbest uygulaması? Yıllar önce bizleri 5 katla sınırlamış imar kanunları neden ilerleyen yıllarda kime yarar bu serbestlik?
Sahi emsal diye bir şey de var emlak sektöründe. O neden göz ardı ediliyor, uygulanmıyor H serbest uygulaması yapılırken. Bize 5 kat, yan arsaya 13/14 kat.
Öncelikle arsa sahibine; çok kat ve çok daire içinde kendi payına düşen miktarı da arttırmaktadır.
Müteahhitlere; daha çok daire daha çok kazanç demek.
Yerel belediyelere; ne kadar çok yapı o kadar fazla harç ve gelir demek. (Dedikodulara, söylentilere girmeyelim şimdi burada.)
Arsa sahipleri, müteahhitler, kurumlar para kazanacak diye Edirne’yi cehenneme çevirecek “H Serbest” uygulaması vahşice uygulanmaya devam ediyor.
Yıllar önce siyasi tartışmanın içinde bir arkadaşımın dediği geliyor aklıma;
“Sosyal Demokrat Belediyeler de emlak rantından beslenmeye devam ediyor”
H Serbest, tatlı iş..
Şerbet!
Uzun yıllardır bisiklet üzerindeyim. Çalışma yıllarımda ulaşım için sonraki yıllarda spor ve gezmek için, ille de bisiklet.
Erken emekliliğimin bile nedenidir bisiklete olan bu tutkum. Sağlıklı ve göbeksiz olmamı da borçluyum diyebiliyorum bisiklete.
Tek başıma gezmeleri sevdiğim gibi grup halinde arkadaşlarla da bir başka olur bisikletle gezmenin keyfi.
Geçtiğimiz Pazar günü 8 arkadaş birlikte çıktık Sarayakpınar köyüne doğru. Kuzeyden esen rüzgar ve köyün rampaları oldukça gerdi köye girene kadar biz fakirleri.
Fakirler diyorum 4 arkadaş (bende dahil) bisikletlerimiz manuel, yani sadece pedal ve kas gücüyle gidiyoruz. Diğer 4 arkadaşımızın (onlar pilli) bisikletleri 80 ile 120 bin lira arasında fiyatları olan son moda göbekten motorlu elektrikli bisikletler.
Onlarda pedal çeviriyorlar bizler gibi. Biz sadece kaslarımızın gücü ve enerjisiyle giderken onlar her çevirdiği pedalda elektrik motorunun desteğini görüyorlar.
Rampalarda sormayın halimizi. Biz fakirler ter içinde ıkına sıkına pedallara asılırken pilli arkadaşlarımız uçarcasına yanımızdan geçiyor. Bir süre sonra önde 4 pilli, arkada 4 fakir iki ayrı ekip gibi devam ediyor yolculuğumuz aradaki fark her dakika biraz daha açılarak.
Dik rampa yetmezmiş gibi hızını arttırmaya devam eden tam karşımızdan esen sert rüzgarla da mücadele ederek pedallamaya çalışıyoruz. Rampanın en dik yerinde hop aşağı, bisikletler elde devam yola.
Önde neler konuşuluyor bilemem ama biz arkada 4 fakir dedikodunun dibine vuruyoruz öndeki pilliler için.
Sarayakpınar köyüne gelince kimimiz soğuk bira, kimimiz çay ile atmaya çalışıyor yorgunluklarını. Kahvede bisikletlerimizden inince herkes eşitleniyor konu yine “ne olacak bu memleketin hali”ne dönüyor.
Dönüşte roller değişiyor. Arkamıza aldığımız sert rüzgar ve rampadan iniş fakirlerin en büyük desteği. Köy çıkışından sonra adeta pedal atmadan yolun üçte birini bitiriyoruz.
Gidişte yaklaşık 90 dakika süren yolculuğumuz dönüşte bir saat gibi bir zaman içinde sona eriyor.
Kim bilir günün birinde belki biz de geçeriz elektrikli bisiklete.
Yaşlanınca artık.
Daha genciz be ya!