Her yıl imkanlarımız doğrultusunda çıktığımız 9 günlük turumuzla bu yıl da havada gördüğümüz leyleğin hakkını vermiş olduk.
Domaniç yaylasında yörüklerin misafiri olduk
Tatil olayı kişiden kişiye değişen bir kavram. Tabi ki olanaklar ölçüsünde.
Ben doğaya yakın olmayı, doğal, sessiz yerlerde gezmeyi seviyorum. Eşim de bana uymaya çalışıyor.
Bisikletle yıllarca yalnız veya arkadaşlarımızla sakin doğal ortamlarda pedal çevirme alışkanlığımızdan olsa gerek otomobilimizle çıktığımız gezilerde de doğaya yakın, büyük şehirler ve otobanlar ile duble yollardan uzak yerlerde gezmeyi seviyoruz.
Cide’de Rıfat Ilgaz müzesi
Balıkesir’in şirin ilçesi Manyas’tı bu yıl ilk durağımız. Gelibolu’dan sonra Kaz Dağları’nda devasa altın madenleri karşıladı bizi. Hemen dibinde sezonun ilk şeftali mahsulünü toplamaya başlamış Selim kardeşimiz ve eşine siftahı yaptıktan sonra dalından topladık bizde şeftalilerimizi.
İkinci günümüzde ara yollardan başlayan yolculuğumuzda yol sapağını kaçırdığımız için Bursa yolunda bulduk kendimizi. İşkence gibi bir trafiğin içinden geçerek rotamıza kavuştuk. Ara yollarda yörüklerin misafiri olduk, dağlardan tepelerden geçerek yine bir öğretmen evinde Bilecik ilinin ilçesi Bozüyük’te konakladık.
Göynük
Öğretmen evleri bir çok eksikliklerine karşın bizim gibi emekliler için en iyi seçenek olmayı sürdürüyor. 800 ile 1500 lira arasında ücretler ödedik buralarda. Otel ve pansiyonlara kalsak iki katı ödemeler yapmamız gerekecekti.
Üçüncü günümüzde rotamızı Karadeniz bölgesine çevirerek Bilecik’ten sonra Eskişehir, Ankara, Bolu ve Düzce il sınırlarından geçerek Yığılca ilçesinde eşimin yeğeninin evinde harika bir akşam yemeği ile konuk edildik.
Bu rotada Osmanlı’nın kurulmuş olduğu yerleri gezerken Tunçbilek’te termik santral, Söğüt’te altın madeninin doğayı felç eden görüntülerini gözlemledikten sonra sözde ecdadımızdan başka söz bilmezlerin yeşilin sadece dolarını sevenlerin tezatlarına gözlerimizle şahit olduk.
Dördüncü günümüzde Yığılca’dan Karadeniz kıyısına çıkıyoruz Alaplı’ya. Anılarım beni yaklaşık 20 yıl öncesine götürüyor. O yıllarda bisikletimle tek başıma geçtiğim yerlerden bir daha araçla geçiyoruz.
O yıllarda Karadeniz yolunda duble yolların daha d’si bile yoktu. Çok değişmiş, yoğunluk artmış ama yol kenarlarında her köşe başında bisikletimle mola verdiğim o güzelim dağlardan gelen çeşmelerden eser kalmamış. Duble yollar yutmuş o çeşmeleri.
Taraklı
Ereğli ve Zonguldak’ın yanından geçerek Karadeniz manzarasıyla kıvrılarak devam eden yollarda iki saat kadar yol aldıktan sonra Gideros’a vardık. Doğal bir liman gibi, cennet gibi bir koyda çay molasından sonra Cide’de apart dairemize ulaşıyoruz.
Cide’ye vardıktan sonra memleketimizin en büyük yazarlarından Rıfat Ilgaz’ın müzeye çevrilmiş evini dışarıdan da olsa ziyaret ediyorum.
Beşinci gün yolculuğumuz Cide’den sonra Ilgaz’a doğru sürüyor. Yolda Seydiler kasabasına girişimizde davul zurna eşliğinde esnafı düğüne davet edilişinde dayanamayarak arabayı kenara çekip köçeklerle karşılıklı bir oyun havası oynuyorum.
Yeniçağ’da öğretmenevindeki konukluğumuzdan sabahında Göynük ve Taraklı’nın tarihi dokusu içinde saatler geçiriyoruz. Adım başı tarihi yapılarıyla büyülüyor bu iki yerleşim yeri bizi. Tarihin nasıl ayağa kaldırıldığını görüyor ve Edirne’de yedi yüze yakın tarihi yapının sıra beklediğini düşününce üzülüyoruz.
Yedinci günümüzde Kütahya ve Tavşanlı’nın yanından geçtikten sonra Emet ilçesinde pide molası veriyoruz. Küçük, şirin bir yer. Yemek sonrası akşam hedefimiz olan Bigadiç’e varıyoruz. Çok seviyoruz Bigadiç’i. Her köşe başında dağlardan gelen sularıyla çeşmeler, çeşmeler.
Emeklilerin oturduğu Belediye parkında Mehmet amcayla tanışıyoruz. Hemen önümüzdeki çeşmenin 40 km uzaktan dağlardan geldiğini ve şifalı olduğunu açıklıyor. Elimle kana kana içiyorum çeşmeden. Savaş yıllarında askerliğini Kofçaz’da 4 yıl yapan babasının anılarını dinliyorum, yazacağıma söz veriyorum.
Mehmet amcanın önerisine uyarak karşıma çıkan ilk kasap dükkanına giriyorum. Burada kasapların bildiğimiz kasaplardan farklı özellikleri var. Et ve et ürünleri satışının yanında ızgara ve tandır fırınları da var mekanlarında. Masa ve sandalyeleri kurulu. Adeta hepsi bir et restoranı şeklinde. Mevsimine göre oğlak ve kuzudan tandır yapılıyor. Köfteleri de özel. Tandırlarımızı ve köftelerimizi yiyoruz. Salata, su, çay ikramları. İki kişi hesap 500 lira. İnanılacak gibi değil. Henüz turizm kavramı ile tanışmamış arada kalmış şirin bir ilçenin güzelliği işte.
Sekizinci günümüzde Bigadiç’ten Ayvacık’a kadar duble yollarda sakince yol alıyoruz tatsız, tuzsuz bir şekilde. Duble yollar adeta otobanlar gibi, alışageldiğimiz ara yollardaki insanlara yakın yolculuklara benzemiyor pek. Ayvacık’tan sonra ara yollara dönüyoruz yine. İne çıka yavaş bir şekilde ilerleyerek yolumuz üzerinde köylerde kısa çay ve ihtiyaç molalarından sonra akşam saatlerinde yolculuğumuzun son gecesini geçirmek için Çanakkale’nin Geyikli beldesine ulaşıyoruz. Turizmden nasibini fazlasıyla almış, yabancıya karşı bıkkın yüzlü esnaflarına karşın yeni açtıkları pansiyonlarında bizleri güler yüzüyle karşılayan pansiyonerlerimizin tertemiz odalarında biraz dinlendikten sonra ortak kullanılan mutfağında yiyeceklerimizi hazırlayarak geceyi sonlandırıyoruz.
Son gün Geyikli’den Bozcaada. Gökçeada’ya oğlumuzun öğrenim döneminde defalarca gitmiş olmamıza karşın Bozcaada’ya ilk gidişimiz eşimle birlikte. Onun çok istemesiyle son günümüzü de adayı dolaşarak geçirdikten sonra dönüşte Lapseki’den Gelibolu’ya feribotla geçerken evimize gelmiş gibi oluyoruz. Ne de olsa Trakya topraklarındayız.
Son günümüzde akşam saatlerinde sakin bir yolculuk sonrasında Gülçavuş’ta son buluyor bu yılkı gezimiz.
Önümüzdeki yıl mı? Sağlık ve olanaklar elverdiğince gezmeye devam. Türkiye çok büyük bir ülke, gezmekle bitecek gibi değil.