Yazar arşivleri: İsmail DEMİRAY

GEZİ SONRASI

Her yıl imkanlarımız doğrultusunda çıktığımız 9 günlük turumuzla bu yıl da havada gördüğümüz leyleğin hakkını vermiş olduk.

Domaniç yaylasında yörüklerin misafiri olduk

Tatil olayı kişiden kişiye değişen bir kavram. Tabi ki olanaklar ölçüsünde.

Ben doğaya yakın olmayı, doğal, sessiz yerlerde gezmeyi seviyorum. Eşim de bana uymaya çalışıyor.

Bisikletle yıllarca yalnız veya arkadaşlarımızla sakin doğal ortamlarda pedal çevirme alışkanlığımızdan olsa gerek otomobilimizle çıktığımız gezilerde de doğaya yakın, büyük şehirler ve otobanlar ile duble yollardan uzak yerlerde gezmeyi seviyoruz.

Cide’de Rıfat Ilgaz müzesi

Balıkesir’in şirin ilçesi Manyas’tı bu yıl ilk durağımız. Gelibolu’dan sonra Kaz Dağları’nda devasa altın madenleri karşıladı bizi. Hemen dibinde sezonun ilk şeftali mahsulünü toplamaya başlamış Selim kardeşimiz ve eşine siftahı yaptıktan sonra dalından topladık bizde şeftalilerimizi.

İkinci günümüzde ara yollardan başlayan yolculuğumuzda yol sapağını kaçırdığımız için Bursa yolunda bulduk kendimizi. İşkence gibi bir trafiğin içinden geçerek rotamıza kavuştuk. Ara yollarda yörüklerin misafiri olduk, dağlardan tepelerden geçerek yine bir öğretmen evinde  Bilecik ilinin ilçesi Bozüyük’te konakladık.

Göynük

Öğretmen evleri bir çok eksikliklerine karşın bizim gibi emekliler için en iyi seçenek olmayı sürdürüyor. 800 ile 1500 lira arasında ücretler ödedik buralarda. Otel ve pansiyonlara kalsak iki katı ödemeler yapmamız gerekecekti.

Üçüncü günümüzde rotamızı Karadeniz bölgesine çevirerek Bilecik’ten sonra Eskişehir, Ankara, Bolu ve Düzce il sınırlarından geçerek Yığılca ilçesinde eşimin yeğeninin evinde harika bir akşam yemeği ile konuk edildik.

Bu rotada Osmanlı’nın kurulmuş olduğu yerleri gezerken Tunçbilek’te termik santral, Söğüt’te altın madeninin doğayı felç eden görüntülerini gözlemledikten sonra sözde ecdadımızdan başka söz bilmezlerin yeşilin sadece dolarını sevenlerin tezatlarına gözlerimizle şahit olduk.

Dördüncü günümüzde Yığılca’dan Karadeniz kıyısına çıkıyoruz Alaplı’ya. Anılarım beni yaklaşık 20 yıl öncesine götürüyor. O yıllarda bisikletimle tek başıma geçtiğim yerlerden bir daha araçla geçiyoruz.

O yıllarda Karadeniz yolunda duble yolların daha d’si bile yoktu. Çok değişmiş, yoğunluk artmış ama yol kenarlarında her köşe başında bisikletimle mola verdiğim o güzelim dağlardan gelen çeşmelerden eser kalmamış. Duble yollar yutmuş o çeşmeleri.

Taraklı

Ereğli ve Zonguldak’ın yanından geçerek Karadeniz manzarasıyla kıvrılarak devam eden yollarda iki saat kadar yol aldıktan sonra Gideros’a vardık. Doğal bir liman gibi, cennet gibi bir koyda çay molasından sonra Cide’de apart dairemize ulaşıyoruz.

Cide’ye vardıktan sonra memleketimizin en büyük yazarlarından Rıfat Ilgaz’ın müzeye çevrilmiş evini dışarıdan da olsa ziyaret ediyorum.

Beşinci gün yolculuğumuz Cide’den sonra Ilgaz’a doğru sürüyor. Yolda Seydiler kasabasına girişimizde davul zurna eşliğinde esnafı düğüne davet edilişinde dayanamayarak arabayı kenara çekip köçeklerle karşılıklı bir oyun havası oynuyorum.

Yeniçağ’da öğretmenevindeki konukluğumuzdan sabahında Göynük ve Taraklı’nın tarihi dokusu içinde saatler geçiriyoruz. Adım başı tarihi yapılarıyla büyülüyor bu iki yerleşim yeri bizi. Tarihin nasıl ayağa kaldırıldığını görüyor ve Edirne’de yedi yüze yakın tarihi yapının sıra beklediğini düşününce üzülüyoruz.

Yedinci günümüzde Kütahya ve Tavşanlı’nın yanından geçtikten sonra Emet ilçesinde pide molası veriyoruz. Küçük, şirin bir yer. Yemek sonrası akşam hedefimiz olan Bigadiç’e varıyoruz. Çok seviyoruz Bigadiç’i. Her köşe başında dağlardan gelen sularıyla çeşmeler, çeşmeler.

Emeklilerin oturduğu Belediye parkında Mehmet amcayla tanışıyoruz. Hemen önümüzdeki çeşmenin 40 km uzaktan dağlardan geldiğini ve şifalı olduğunu açıklıyor. Elimle kana kana içiyorum çeşmeden. Savaş yıllarında askerliğini Kofçaz’da 4 yıl yapan babasının anılarını dinliyorum, yazacağıma söz veriyorum.

Mehmet amcanın önerisine uyarak karşıma çıkan ilk kasap dükkanına giriyorum. Burada kasapların bildiğimiz kasaplardan farklı özellikleri var. Et ve et ürünleri satışının yanında ızgara ve tandır fırınları da var mekanlarında. Masa ve sandalyeleri kurulu. Adeta hepsi bir et restoranı şeklinde. Mevsimine göre oğlak ve kuzudan tandır yapılıyor. Köfteleri de özel. Tandırlarımızı ve köftelerimizi yiyoruz. Salata, su, çay ikramları. İki kişi hesap 500 lira. İnanılacak gibi değil. Henüz turizm kavramı ile tanışmamış arada kalmış şirin bir ilçenin güzelliği işte.

Sekizinci günümüzde Bigadiç’ten Ayvacık’a kadar duble yollarda sakince yol alıyoruz tatsız, tuzsuz bir şekilde. Duble yollar adeta otobanlar gibi, alışageldiğimiz ara yollardaki insanlara yakın yolculuklara benzemiyor pek. Ayvacık’tan sonra ara yollara dönüyoruz yine. İne çıka yavaş bir şekilde ilerleyerek yolumuz üzerinde köylerde kısa çay ve ihtiyaç molalarından sonra akşam saatlerinde yolculuğumuzun son gecesini geçirmek için Çanakkale’nin Geyikli beldesine ulaşıyoruz. Turizmden nasibini fazlasıyla almış, yabancıya karşı bıkkın yüzlü esnaflarına karşın yeni açtıkları pansiyonlarında bizleri güler yüzüyle karşılayan pansiyonerlerimizin tertemiz odalarında biraz dinlendikten sonra ortak kullanılan mutfağında yiyeceklerimizi hazırlayarak geceyi sonlandırıyoruz.

Son gün Geyikli’den Bozcaada. Gökçeada’ya oğlumuzun öğrenim döneminde defalarca gitmiş olmamıza karşın Bozcaada’ya ilk gidişimiz eşimle birlikte. Onun çok istemesiyle son günümüzü de adayı dolaşarak geçirdikten sonra dönüşte Lapseki’den Gelibolu’ya feribotla geçerken evimize gelmiş gibi oluyoruz. Ne de olsa Trakya topraklarındayız.

Son günümüzde akşam saatlerinde sakin bir yolculuk sonrasında Gülçavuş’ta son buluyor bu yılkı gezimiz.

Önümüzdeki yıl mı? Sağlık ve olanaklar elverdiğince gezmeye devam. Türkiye çok büyük bir ülke, gezmekle bitecek gibi değil.

Bir öğretmenin anıları

Emekli İlkokul öğretmeni Kadriye Dağ öğretmenlik anılarından oluşan “Gün Çiçekleri” kitabıyla okurlarıyla ikinci defa buluşmanın mutluluğunu yaşıyor.

Yayınlanan ilk kitabı olan “Gönlüme Güz Düştü” ile okurlarıyla şiirleriyle buluşan Kadriye Dağ ikinci kitabında öğretmenlik yıllarının anılarını okurlarıyla paylaştı.

1950 yılında Malkara ilçesinin İshakça köyünde doğan yazar ilkokuldan sonra ailesinin bütün karşı çıkmalarına karşın öğretmeni Hasan Durmaz’ın desteği ve ailesini ikna etmesi sonunda Bolu Yatılı Kız Öğretmen Okulu’nu kazanarak eğitimin ardından mesleğinde hep köy okullarında yaptı.

Kadriye Dağ’ın mükemmel Türkçesiyle  kitabında sıcak insan ilişkileri, zorluklar karşısında yılmadan mücadele eden aydın bir Türk kadınını görüyoruz.

Çocukluk anılarına sık sık dönüyor Kadriye Dağ kitabında. Köyde çocuk yaşında bakırağacı ile su taşıyan, annesinin yaptığı soğanlı katmeri anlata anlata bitiremeyen, mutfaklarında tel dolaplardan, evlerinde isli gaz lambası şişelerini nasıl temizlendiğine kadar şimdiki kuşakların bilmediği, yaşayamayacağı sıcak anılarla dolu satırlar sıralanıyor sayfalar boyunca.

Çocuklun anılarının içinde orak zamanında elle orak biçtiğinden, harman zamanlarından da söz ediyor.

Genç yaşında öğretmenliğinin yanında bir de müdürlük yaptığı okulda öğrencilerinin sorunlarıyla yakından nasıl ilgilendiğini, çocukların anne babalarının cahillikleriyle nasıl başa çıkmaya çalıştığını da hüzünle okuyoruz sayfalar boyunca.

Ve mesleğinin bütün zorluklarının üstesinden gelmeye çalışırken 3 tane de evlat yetiştiriyor yazarımız, hepsini eğitimin en yüksek seviyelere taşıyarak.

Geçimi için köyde tavuk bakan, yumurta satan Kadriye Dağ sinemaya tiyatroya gidememenin ezikliğini hissettiriyor satır aralarında.

Engelli çocuklara da el atıyor Kadriye Dağ öğretmenimiz. Onların ilgiyle, sabırla ve  sevgiyle yaşama, hayata katılması gerektiğini belirtiyor.

Müfettişin kirli çamaşırlarını da gülümseyerek okuyoruz satır aralarında. Diploma konusunda yardım ettiği birisinin verdiği 50 lirayı almak istememesi ama “Hocam kendinize etek alırsınız” diyen memleketimizin insanlarının cömertliğini de görüyoruz kitabımızda.

Köyden çıkarak uzun yıllar köylerde çocukların aydınlanması, eğitilmesi için mücadele eden yazar Kadriye Dağ emeklilik günlerinde de üretmeye devam ediyor.

Yazmaya devam ediyor Kadriye Dağ.

H SERBEST

“H Serbest” ibaresi emlak sektöründe bina yüksekliğinin yani ölçüsünün sınırsız olduğu ifadesiymiş.

Evimizin önünde bir arsaya firmanın birisi tabelasını konduruverdi geçtiğimiz günlerde sessiz sedasız bir şekilde.

Komşuların haberi yok, benim de. Bu arsaya ne yapılacak, ne büyüklükte, ne yükseklikte? Şimdiden çevrede yaşayanlar endişelenmeye başlamış durumda.

Çevremiz çoğunluğu 5 katlı yapıların olduğu, sahiplerinin tamamına yakınının kooperatifler sayesinde birer dairecik sahibi olabilmeyi başarmış emeklilerin oluşturduğu bir bölge.

Yakınlarımızda çocukların oynayabileceği ne bir yeşil alan, ne de bizler gibi emeklilerin zaman geçirebileceği, üzerine oturarak sohbet edebileceği yeşil alanları geçtik bir tek bank dahi yok etrafımızda.

Devasa sitelerin içinde yine büyük boş otoparklara karşın otomobillerini dışarıya bırakan araç sahipleri yüzünden caddelerde yürümek bile gittikçe zorlaşıyor. Artan konut yoğunluğu nedeniyle hayatımız her gün biraz daha yaşanmaz hale geliyor.

Son yıllarda ortaya çıktı bu illet; H serbest.

Solumuza önümüze ve nereye buldularsa müteahhitlerce H serbest sayesinde bizim gibi 5 katla sınırlandırılmış binalarımız bunların arasında adeta can çekişmeye başladı. Güneşi göremezsin, hava akımını engellerler adeta boğulur gibi yaşarsın.

Hak mı bu H serbest uygulaması? Yıllar önce bizleri 5 katla sınırlamış imar kanunları neden ilerleyen yıllarda kime yarar bu serbestlik?

Sahi emsal diye bir şey de var emlak sektöründe. O neden göz ardı ediliyor, uygulanmıyor H serbest uygulaması yapılırken. Bize 5 kat, yan arsaya 13/14 kat.

Öncelikle arsa sahibine; çok kat ve çok daire içinde kendi payına düşen miktarı da arttırmaktadır.

Müteahhitlere; daha çok daire daha çok kazanç demek.

Yerel belediyelere; ne kadar çok yapı o kadar fazla harç ve gelir demek. (Dedikodulara, söylentilere girmeyelim şimdi burada.)

Arsa sahipleri, müteahhitler, kurumlar para kazanacak diye Edirne’yi cehenneme çevirecek “H Serbest” uygulaması vahşice uygulanmaya devam ediyor.

Yıllar önce siyasi tartışmanın içinde bir arkadaşımın dediği geliyor aklıma;

“Sosyal Demokrat Belediyeler de emlak rantından beslenmeye devam ediyor”

H Serbest, tatlı iş..

Şerbet!

PİLLİLER VE FAKİRLER

Uzun yıllardır bisiklet üzerindeyim. Çalışma yıllarımda ulaşım için sonraki yıllarda spor ve gezmek için, ille de bisiklet.

Erken emekliliğimin bile nedenidir bisiklete olan bu tutkum. Sağlıklı ve göbeksiz olmamı da borçluyum diyebiliyorum bisiklete.

Tek başıma gezmeleri sevdiğim gibi grup halinde arkadaşlarla da bir başka olur bisikletle gezmenin keyfi.

Geçtiğimiz Pazar günü 8 arkadaş birlikte çıktık Sarayakpınar köyüne doğru. Kuzeyden esen rüzgar ve köyün rampaları oldukça gerdi köye girene kadar biz fakirleri.

Fakirler diyorum 4 arkadaş (bende dahil) bisikletlerimiz manuel, yani sadece pedal ve kas gücüyle gidiyoruz. Diğer 4 arkadaşımızın (onlar pilli) bisikletleri 80 ile 120 bin lira arasında fiyatları olan son moda göbekten motorlu elektrikli bisikletler.

Onlarda pedal çeviriyorlar bizler gibi. Biz sadece kaslarımızın gücü ve enerjisiyle giderken onlar her çevirdiği pedalda elektrik motorunun desteğini görüyorlar.

Rampalarda sormayın halimizi. Biz fakirler ter içinde ıkına sıkına pedallara asılırken pilli arkadaşlarımız uçarcasına yanımızdan geçiyor. Bir süre sonra önde 4 pilli, arkada 4 fakir iki ayrı ekip gibi devam ediyor yolculuğumuz aradaki fark her dakika biraz daha açılarak.

Dik rampa yetmezmiş gibi hızını arttırmaya devam eden tam karşımızdan esen sert rüzgarla da mücadele ederek pedallamaya çalışıyoruz. Rampanın en dik yerinde hop aşağı, bisikletler elde devam yola.

Önde neler konuşuluyor bilemem ama biz arkada 4 fakir dedikodunun dibine vuruyoruz öndeki pilliler için.

Sarayakpınar köyüne gelince kimimiz soğuk bira, kimimiz çay ile atmaya çalışıyor yorgunluklarını. Kahvede bisikletlerimizden inince herkes eşitleniyor konu yine “ne olacak bu memleketin hali”ne dönüyor.

Dönüşte roller değişiyor. Arkamıza aldığımız sert rüzgar ve rampadan iniş fakirlerin en büyük desteği. Köy çıkışından sonra adeta pedal atmadan yolun üçte birini bitiriyoruz.

Gidişte yaklaşık 90 dakika süren yolculuğumuz dönüşte bir saat gibi bir zaman içinde sona eriyor.

Kim bilir günün birinde belki biz de geçeriz elektrikli bisiklete.

Yaşlanınca artık.

Daha genciz be ya!

ÖNCE OKULA SONRA İŞE

Edirne’de güzel bir bahar sabahını zehir eden yoğun bir trafik karmaşası.

Otomobillerin içinde genelde tek kişi ve adım adım ilerliyorlar.

Bisikletimle yolun en sağından aynamı sürekli kontrol ederek tedirgin bir şekilde asılıyorum pedallara.

Ayşekadın’da meşhur ceza yenilen yaya kaldırımının orada özenle duran trafiğe uyarak yol veriyorum yayalara. Öncelikleri var, keşke bütün yaya geçişlerinde aynı özen gösterilse.

Son yayanın da geçmesini beklerken arkamda beliren bir motorun tedirgince ve yalpalayarak yanıma sokulmasını gözlemliyorum.

Önde sürücüsü, ortada çocukları arkada bir kadın. Üç kişiler ve altlarındaki motor onlar için biraz küçük kaldığı her halinden belli. Üçünün de başında kaskları var.

Yol veriyorum başıyla selam veriyor babaları,  yanımdan geçerken ortadaki küçük çocukla göz göze geliyoruz. Sürekli beni gözlüyor gülümseyerek el sallıyorum, elini kaldırarak selamlıyor beni.

Öğlenin geç saatleri Saraçlar Caddesi’nde lokantaların önünde yemek kokularını içime çekerek, ciğercilerin önlerinde fiyat tabelalarına yutkunarak bakarak biraz dolaştıktan sonra “emekli emekli” bir dönerciye ilişiyorum.

Siparişi almak için gelen genç garson gülümseyerek “Ağbi hoj geldin ne alırsın haaaa kızım da seni çok sevdi” diyor?

Bakıyorum tanıdık değil. Soran bakışlarımı görünce, ekliyor:

“Ağbi bu sabah Ayşekadın’da geçidin orada bize yol verdin ya bisikletinle, sonra da kızıma el sallamışın çok mutlu ettin bizi..”

Dönerim biterken çayım geliyor; “Bu benden ağbi” diyor. Diğer garson masaları temizlerken azalan iş yoğunluğunu fırsat bilerek yanıma oturarak bir sigara yakıyor.

“Her sabah bizde rutin haller böyle ağbi” diyor. “Yaz kış bu gördüğün 125’lik motorumuzla çıkarız yola. Önce kızımızı okula, sonra eşimi çalıştığı markete bırakırım ve bende buraya işime. Yevmiye ile çalışıyorum burada, eşim sigortalı onun üzerinden hallediyoruz hastanede işlerimizi.

Araba alacak para ne gezer bizde. O da ayrı bir dert, park sorunu, masrafları falan kalkamayız altından. Ehliyetim var Allahtan, onu da kuryelik yaparken mecburiyetten almıştım, iyi ki almışım sigorta falan ödemiyoruz her şeyimiz bizim bu motor. Bir pazarımız var onu da yine bu motorla gezerek ana babalarımızı ziyaret ederek geçiriyoruz.

Demek emeklisin sende. Bizde görür müyüz acaba o günleri? Kızımızı yetiştirelim yeter bize. Allahtan kayınpederin küçük bir dairesi var da onunla idare ediyoruz, yoksa bi de kira versek duman halimiz.

Neee ikinci kızan mı, Allah korusun ağbi. Bunu büyütelim yeter bize. Bi çay daha içer misin ağbi?”

Teşekkür ederek ayrılıyorum dönerciden bisikletim ve ben yan yana yürüyerek…

KAYBOLMAK GÜZELDİR

Kaybolmaktan kurtulamadım çocukluğumdan beri.

İlk kaybolduğumda 5 yaşımdaydım. Vaysal köyümden Kıyık semtine taşındığımızda eşyalarımız kamyondan indirilirken etrafı keşfe çıkmıştım. Evimi bulamayınca Kırmızı Mektep’in oralarda yolumu şaşırdığımda akrabalarımızdan birisi beni bulup evimize geri götürmüştü.

İkincisinde 7 yaşımdayım yine. Edirne’nin Kurtuluş Bayramı’nı merak ettim, “anam götüremem” kızanım deyince gidenlerin peşine takıldım, bayramı izledim dönüşte yine belirsiz yollardayım. Edirne Belediyesi’ne götürdü genç bir çift beni, sordular “nerede oturuyorsun?” “Faytoncu Hüseyin’in evinde”. Hüseyin agamın faytonuyla dönmüştüm eve akşam karanlığında. Anamdan yediğim mariz kar kaldı bu seferde.

45 yaşıma kadar yine kaybolmayı çok istesem de kaybolamadım çalışmaktan, ev, iş, kızan gailesinden. Emekli olduktan sonra tek başıma çıktığım bisiklet yolculuklarımda köyler arasında yolumu kaybettiğim olsa da sora sora buluyordum dönüş yolumu.

Eşimle çıktığımız Ege, Türkiye, Akdeniz turlarında elimde bir Türkiye haritası, navigasyon kullanmadan (halen bilmiyorum kullanmayı ya) sürdü günlerce yolculuklarımız.

Şehirlere uğramadan, köyler, kasabalar, ilçeler arasındaki yolculuklarımızda sezgimize ve haritamıza güvenerek yol alırken kaçırdığımız sapaklar sonunda bilmediğimiz, planlamadığımız ne güzel yerlere çıkardı aracımız bizi. “İyi ki kaybolmuşuk” dedirten sürprizler yaşadık yolculuklarımızda.

Bu yıl daha çıkamadık planladığımız tura. Yazlığımızda Saros’un güzellikleri içinde ilkbaharı karşılıyor sessizliğin keyfini sürüyoruz eşimle.

Her gün düzenli olarak sabah akşam belirlediğim güzergahlarda yürüyüş yapıyorum bir saat kadar. Ormanın içinde yürümenin keyfi bir başka.

Geçtiğimiz cumartesi günüydü. Rotamın biraz dışına çıkarak ormanın farklı bölgelerine doğru saldım kendimi. Rengarenk çiçekleri gözlemleyerek, kokularını duyumsayarak fotoğraflar çekerek, kaplumbağaların doğal hallerine gülümseyerek izleyerek sürdürdüm yürüyüşümü dakikalarca. Ormanın içinde bir sapağa geldiğimde hiç gitmediğim yerlerde olduğumu sezinledim.

Çevreyi şöyle bir kolaçan edince yine kaybolduğumu anladım gülümseyerek. Panik yok, sakince devam ettim yürüyüşüme. Tek endişem gökte kabarıp duran bulutlar.

Yine yol sapakları, belirsizce yürümeye devam. Bir saat kadar devam eden bu belirsizlik sonrasında yolum denizin önünde bitiverdi. Sola değil, sağa gitmem gerektiğini bilerek yönümü belirledim. Tekrar orman içine dönerek solumu denize vererek devam ettim yürüyüşüme.

Toplamda iki buçuk saat süren yürüyüşümün ardından çıktığım son tepenin ardından Sultaniçe limanına doğru uzanan sahili görünce kaybolma maceramın sona erdiğini duyumsadım gülümseyerek.

Yürüyüş bitmişti. Yıllardır bisiklet kullanan güçlü bacaklarım beni evime ulaştırmıştı.

Akşam olduğunda eşim soruyordu gülümseyerek; “Bu akşam yürüyüşe çıkacak mısın?” “Gerek yok bugünlük yeter!”

EDİRNE’NİN BİSİKLET YOLLARI

Edirne Kent Konseyi’nin basın açıklamasında Edirne’nin çeşitli kesimlerinden bisikletlileri katılarak Edirne Belediye’sine taleplerini ilettiler.

Basın açıklamasında Edirne Doğa Sporları Kulübü, Gezginler Bisiklet Grubu ve Özgür Pedallar Bisiklet Grubu katılım gösterdi. Edirne Belediyesi Meclis Üyesi Babürhan Güldiken ve eşi Sibel Güldikiken de destek için bisikletlilerin yanında yer aldılar.

Bisikletlilerin istekleri çok değil, yerinde isteklerdi. Karaağaç bisiklet yolunun Güney Çevre Yolu’ndan Trakya Birlik’in önünden Trakya Üniversitesi’ne kadar gayet uygun koşullarda yapılabilecek bir çalışma.

İstenenler aynı zamanda Edirne Belediye yönetiminin seçim çalışmalarında söz verdiği 20 km’lik bisiklet yolu ile yine Edirne Belediyesi’nin starejik planlarında sözü edilen 12 km’lik bisiklet yolu sözü ile de çakışıyor.

Başlangıç olarak Edirne’nin çehresini değiştirebilecek bir görünüm kazanacak bu yollar yapılırsa.

Bisikletliler yıllardır bu isteklerini yerel yönetime ilettiler. Hamdi Sedefçi ve Recep Gürkan döneminde göstermelik olarak yapılan, imar planlarına işlenmediği için hiçbir geçerliliği olmayan yollar zaman içinde saman alevi gibi işlevlerini yitirdiler.

Okuluna giden öğrenciler, işine giden çalışanlar, emekliler, spor yapanların tercihi bisiklet. Ekonomik ve çevre dostu. Kullananların amacına hizmet ettiği gibi kullananlar için aynı zamanda spor aracı.

Motorlu araçların sabah ve akşam saatlerinde kilitlediği yollarda artan bisikletli sayısı trafik için de çözüm olacaktır

Süreç içinde verilen sözler yerine getiriler de bu yollar işlevsel hale gelirse Edirne bir bisiklet kenti yolunda önemli bir adım atmış olacak.

Bisikletliler bu defa isteklerini takip etmeye kararlılar. Ulaşımda alternatif olmak istiyorlar.

FİDAN

Tuna 4 yaşında.

Kreşte öğretmenlerinin eşliğinde tohum ekimi gerçekleştirmişler. Her öğrenciye küçük bir bölüm içinde tohum ekerek yeni bir hayatın ellerinde doğuşunun mutluluğunun yaşamalarını istemiş öğretmenleri.

Öğrenmenin en güzel yılları içinde olan bu 11 çocuk günlerce heyecanlı bir şekilde her gün suladıkları tohumlarının canlanmasını filizlenmesini beklemişler, gözlemişler.

Günlerce süren bu bekleyişleri sonunda bir hafta başı kreşe geldiklerinde tohumlarının sanki sözleşmişlercesine üstlerinden yeşillenmeye başladıklarını büyük mutluluklar ve neşe içinde çığlıklarıyla kutlamışlar.

Bir hafta boyunca her sabah özenle sulanan fidanların çimleri güçlenmeye başlayınca öğretmenleri hepsinin yanına birer tane vererek evlerinin veya sitelerinin bahçelerine bunları ekmelerini ve bakımlarını yapmalarını istemiş ev ödevi olarak.

Tuna ve annesi evlerinin  bahçesinin köşesine ektiler bu fidanı büyük bir özenle. Tuna elinde küçük çapası ile toprağı eşeledi. Fidanının ekilebileceği derinliğe gelince annesinin “tamam artık” uyarısıyla elinden bıraktı çapasını.

Özenle ekti Tuna annesinin yardımıyla fidanını ve ilk can suyunu verdiler. Tuna fidanının diğer otlar arasında kaybolmasın diye minicik beyaz taşlarla etrafını da ördü.

Her sabah ve akşam fidanını gözlüyor, onu seviyor, suluyor büyümesi için.

Hafta sonları dedesi ve ninesiyle kalıyor Tuna anne ve babası çalıştığı için. Bahçede büyüyen otların kesilmesi için konuşan dede ve ninesinin sözlerini duyan Tuna bağırarak kapıya doğru koşmaya başladı.

Şaşkınlık ve heyecan içinde dede ve ninesi de Tuna’nın ardından koştular. Tuna fidanın yanına yere çömelmiş, büyük bir dikkatle gözlemleyerek “Fidanımı kesmeyin” demesiyle sorunu anlamış oldu ihtiyarlar.

“Tamam Tuna senin fidanın yanına bile sokmayız bizi o bahçıvanı, sen merak etme” sözünü veren Tuna’nın gözlerinin içi gülüverdi.

Tuna her gün fidanını sevmeye ve sulamaya devam ediyor.

İLİŞMEYİN KIZANLARA

19 Mart sonrasında başlayan toplumsal tepkiler İmamoğlu’nun diplomasının iptali ardından artarak devam ediyor.
Yetişmiş kariyer ve meslek sahibi gençler ülkeyi terk etmek istiyorlar.
Milyonlarca genç artık iktidara yakın olmayanlara devlet kapılarının kapalı olduğunu görüyor, biliyor ve bu yüzden tepki gösteriyor.
Ülkemizde okuyarak, çok çalışarak başarılı olsalar bile bir yerlere gelinemeyeceğini biliyorlar.
Gençler kalitesiz eğitim, işsizlik ve ekonomik çöküşü yakından izliyorlar.
Gençliğe güvenmeyen onları baskı altına almaya çalışan bir iktidarla yaşıyor gençler ve bundan da hoşnut değiller. “Her şey çok güzel olacak” diyen biri bile tutuklanıp siyasi yasak getirildiğini gördüler.
Bütün bunlardan sonra öğrenci olayları üniversitelerden liselere doğru genişleyerek devam ediyor.
Neden?


Ekonomik nedenlerle devlet liselerinde okuyan zeki, çalışkan ve başarılı çocuklar da son günlerde okullarının önlerinde, bahçelerinde “Öğretmenine Dokunma” diye eylemlere başladılar.
Lise öğrencilerinin tek isteği var ve çok da masumca. Yıllardır alıştıkları, başarılı olmanın arkasında yoğun emekleri olan öğretmenlerinin zorla, haksızca başka okullara tayin edilmeleri.
Geçtiğimiz yıllarda Fen Liseleri ile yarışan Öğretmen Liselerimiz vardı. Bir çırpıda yok edildiler kapatıldılar. Öğretmenlerin bazıları başka okullara tayin edildi. Proje okulları diyerek İmam Hatiplerin önlerini açmaya çalıştılar o da olmadı. Şimdi de başarılı olan okulların öğretmenlerin ülke genelinde tayinlerini çıkararak başka okullara sürgün gibi gönderiyorlar. Amaç ülke gençliğini yine İmam Hatiplere yönlendirmek ama bir türlü istedikleri gibi olmuyor gençler imam okullarına ilgi göstermiyorlar.
Oğlum ve gelinim de Edirne Öğretmen Lisesi çıkışlı. O dönemde eğitim veren başarılı öğretmenleri sayesinde o günlere göre iyi bir puanla ülkemizin en iyi üniversitelerinden birilerine girerek meslek ve iş sahibi oldular. Şu anda da mesleklerini başarılı bir şekilde sürdürüyorlar.
O dönem kendilerine emek veren öğretmenleriyle halen görüşüyorlar, saygılarını sunuyorlar.
Kabul edilsin artık bu ülke imam hatip mezunlarıyla bir yerlere gelemediği gibi batmaya doğru gidiyor. Ülkemizin imamlara çok mu ihtiyacı var?
Ülkemizde yanlış giden bir şeyler var ve onlara karşı çıkanlar da en başta öğretmenlerimiz ve çocuklarımız.
Yanlarındayız.

DİPLOMA

İlkokul ve ortaokul yıllarım neyse ama lise yıllarım oldukça zorlu bir o kadar da keyifli geçmişti.

Zorlu geçmişti; ders çalışmayı hiçbir zaman sevmediğim için yılsonu değerlendirmelerinde öğretmenlerim bıkmıştı beni ve benim gibi haylazları kurul kararı ile bir üst sınıfa taşımaya. Yine de arkadaş ortamları, ergenlik dönemlerinin vermiş olduğu heyecan lise yıllarını keyifle geçen özlenen yıllar olarak hafızalarımıza kazındı.

Bitirebilmeyi başardık liseyi ve öğretmenlerimizin de itelemesiyle diplomalarımızı alarak yaşamın acımasız kollarına bıraktık kendimizi.

Lise mezunu olarak diplomalarımız vardı artık. Diplomalıydık yani.

Yıllar yılları kovalarken iş yaşamları, aile ortamları, çoluk çocuk derken büyüttük, okuttuk falan.

Oğlumu İstanbul Teknik Üniversitesi’ne gönderdikten sonra gelen emeklilik dönemi gerçekleştiremediğim hayalime getirdi sırayı.

Liseyi bitirdiğimiz yıl iyi bir puanla üniversiteyi kazanmış, öğretmen olabilme şansını yakalamışken ekonomik şartları aşamadığım için üniversite hayalimi gerçekleştirememiştim.

Artık sıra üniversiteli olmaya gelmişti. Öncelikle sınavlara girerek ilk sınavı geçmem gerekiyordu.

Test kitaplarını aldım. Bir yıla yakın testler çözerek, geçmiş yılların sorularına çalışarak hazırlandım üniversite sınavına.

Sınava girdim ve aldığım puanla Trakya Üniversitesi’nin bazı bölümlerine kayıt yaptırarak örgün eğitime gitme şansını yakaladığım halde bu sefer de evde iç işlerinin engellemesi nedeniyle normal üniversite öğrencisi olacağıma Açık Öğretim Üniversitesi’ne geçiş yapmak zorunda kaldım.

Sosyoloji bölümünü seçtim, keyifli bir dört yıl geçirerek mezun oldum. Sevdiğim bir alan olan Sosyoloji’yi adeta normal kitap okur gibi okuyarak başarılı bir şekilde mezun oldum. Başımın belası İngilizce burada da karşıma çıktı ve zar zorda olsa onu da vermeyi başardım.

Eğitime devam ederken “Sen olsan olsan ancak çakma sosyolog olursun” diyen arkadaşlarımızın sataşmalarına karşın üstadımız Sosyolog ve BirGün yazarı Doğan Tılıç’ın “Sen devam et, bizler örgün eğitimde okurken not kaygısıyla bazı şeyleri kaçırmış olabiliriz, sen keyfini çıkar mezun olunca sende sosyologsun” sözleriyle motive olmuştuk.

Sosyoloji’den mezun olduktan ve diplomamı alıp da çerçeveledikten sonra evimizin duvarına astım. İki yıl kadar sonra hobim olan fotoğrafçılığı belgelemek için bir daha başvurdum Açık Öğretim Fakültesi’ne. Burada da iki yıl eğitim aldıktan sonra ikinci üniversite diplomasını da almış oldum.

Şimdi soracaksınız biliyorum, neden uğraştın emekli olduktan sonra? Birinciyi anladıkta neden ikinci diploma diye?

Buna uzak görüşlülük  derler. Ne olur ne olmaz. Diplomamın birisini bile iptal edenler olursa en azından başka yedeği bulunsun.

Ne olur, ne olmaz burası bizim memleket!