‘DEM’LİK (2)
Atatürk Cumhuriyeti Türkiye’nin çimentosudur, aydınlık yüzüdür, güvenli geleceğidir.
Çok değerlidir.
101’nci yılı kutlu olsun.
-----------------------------------------------------------------------------------
Türkiye büyük sorunlar ülkesi oldu.
Bunu, ülkede çözüme kavuşması gereken meselelerin gündemde kalma süresinin kısalığından da anlamak mümkün. Her yeni güne neredeyse yeni bir sorunla uyanıyoruz.
Yenidoğan bebek cinayetlerinin yarattığı infial büyük oldu olmasına da sorunun kökeni iyi anlaşıldı mı, doğru tartışıldı mı?
Elbette hayır; çete elemanlarının para hırsı ve insanlıktan çıkmış hali ekranlarda magazinleştirilerek dönme dolap gibi sunuldu.
Böylece sorunun özü, çete lideri bir doktorun Hipokrat yeminine uymayan meslek icrası ve etrafındakilerle birlikte örgütlü haksız kazanç sağlayan girişimleri zemininde kaldı.
Sorun kişiselleştirildi.
Bu vesileyle hatırlayalım: sağlıkta büyük reform diye sunulan politikalar halkta nasıl coşkuyla karşılanmıştı değil mi?
Yeni sistem sayesinde şak diye doktor randevusu alıyoruz, tak diye bedava ilaca ulaşıyoruz, Allah razı olsun bu iktidardan diyenler şimdilerde pek düşünceli tabii…
Hani ‘Yeni Türkiye’de halkın refahı artmış, eski günler geride kalmış, ‘Büyük Türkiye’ hedefine ulaşılmış, uzaya dahi çıkılmıştı.
Ve fakat…
Algı operasyonuna dayalı yönlendirmelerle halkın ilanihaye kandırılamayacağı, lafla peynir ekmek gemisinin yürüyemeyeceği ekonomik darboğaz, art arda patlayan yolsuzluklar sonucunda giderek daha yaygın görülür oldu.
Ve biliyoruz ki, devleti şirketlerin hizmetkârı gören neoliberal ekonomi modeli, devlet ve toplum yönetimi anlayışı sonucudur türeyen çeteler…
Sağlık hizmetlerini kökten piyasacı anlayışa teslim ederseniz, ticarileştirirseniz, benzer uygulamalar içindeki örgütlenmelere çanak tutarsınız.
Nitekim yenidoğan bebek çetesinin afişe edildiği günlerde gazeteci Fatih Ergin, yatağa bağımlı hastaların usulsüz bir şekilde özel hastanelere sevk edildiğini, hastanın hikayesine ve epikriz raporuna bakılmadığını, hastaların dosyalarına diyalize bağlanmadığı halde “diyalize bağlandı” yazıldığını, özellikle hedefte yaşlı hastaların bulunduğunu ortaya çıkardı.
Devleti şirket, vatandaşı müşteri gören yeni liberal ekonomi modeli sonucudur bunlar
ve devleti/milleti soymayı, yasadışı uygulamaları iş edinmiş çakalların türeme zeminidir.
Devlet- toplum-birey ilişkisini, toplumsal yaşamın tüm alanlarını piyasa ekonomisi koşullarına dayalı yapılandırırsanız olacağı budur.
Evet, devletin sağlık, eğitim vb. temel kamu hizmetlerini özel sektöre devrederek geri çekilmesiyle birlikte toplumda eşitsizlik, yoksulluk ve adaletsizlik artmıştır.
Sağlık hizmetinin bir kamusal hak addedildiğii, halk sağlığının kâr hedefi görülmediği bir sağlık sistemine ihtiyaç var. Bunun için de öncelikle SGK’nın kendi içinde ve anlaşmalı özel hastanelerde denetimleri artırması icap ediyor.
Ülke yönetim kalitesinden kaynaklı bir başka önemli sorun, Avrupa’nın Türkiye’yi sığınmacı/mülteci deposu görmesidir.
İsrail’in bölgedeki saldırılarının yarattığı yeni bir mülteci dalgası AB’yi harekete geçirdi.
Almanya Başbakanı Scholz, Erdoğan ile görüşmek üzere soluğu İstanbul’da aldı.
Dolmabahçe çalışma ofisinde gerçekleşen toplantıda Rusya-Ukrayna savaşı, Orta Doğu’daki gelişmeler, mülteci sorunu, ikili ilişkiler, ekonomi üzerinde durulmuş.
Ziyaretin esas sebebi ise: Scholz’un yeni göç dalgası karşısında Türkiye’nin para karşılığı mülteci depolama görevini sürdürüp sürdürmeyeceğini öğrenmek içindi şüphesiz.
Diğer konular da elbette önemli görülebilir ancak Orta Doğu’dan Batı’ya mülteci akını AB’nin yakıcı sorunlarındandır.
Nitekim Erdoğan Scholz’u şu sözlerle rahatlatmış : //Suriye'den ülkemize gelen mülteciler konusunda kapımız onlara hep açık olmuştur. Lübnan'dan da ülkemize gelenler olursa biz onlara da kapımızı açık tuttuk.//
Şansölye Scholz da memnuniyetini şöyle ifade etmiş : //Göç ve mülteciler konusunda Türkiye önemli çabalar harcıyor. Suriye’deki savaşın sonuçları konusunda Türkiye’ye desteğimiz sürecek.//
Türkiye mülteci deposu görevini ne kadar sürdürebilir bilemeyiz ama şimdiden bölgedeki kargaşanın doğuracağı sorunların çapını öngören AB sınırlarını güvende tutmak için tedbir alıyor.
Göç İdaresi Türkiye’deki yasal yabancı sayısını 4,5 milyon verirken, aslında bu sayının 13 milyon civarında olduğunu iddia ediyor Ümit Özdağ.
Muhtemeldir ki yasadışı sığınmacı sayısı resmi verilerin bir hayli üstünde.
Resmi ya da gayri resmi, ülkede ciddi sayıda sığınmacı/mülteci varlığı yadsınamaz bir gerçek ve bunların yarattığı/yaratacağı sorunların üstesinden nasıl gelineceği ise bir muamma, adeta “saldım çayıra mevlam kayıra” anlayışı hâkim.
Yazı başlığı konuya buradan geçiş yapalım…
Önceki bölümü “Kürt sorunu nedir hakikaten?” sorusuyla bitirmiştik ki, Bahçeliden –sonra çark ettiği – gündemi sarsan o açıklama geldi.
Açtığı tartışma Kürt sorunu hakkında daha etraflı ve sorunun özünü kavramaya yönelik tartışmalara yol verdi. İyi de oldu zira bu vesileyle muğlak ifadelere dayalı Kürt sorunu kavramının yerli yerine oturtulması gerektiği yaygın konuşulmaya başlandı.
Öcalan’a Meclis’te konuşma hakkı tanıyacak kadar ileri gidilmesi sadece yadırganmadı, Cumhur ittifakının oy hesaplı bir çıkışı olarak akıllara düşse de Bahçeli’nin kendi çizdiği sınırları bile yıkan sözlerinin arkasındaki güç merak yarattı.
Bahçeli’nin bu sözleri Erdoğan’dan habersiz ortaya döktüğünü ileri sürenler dahi oldu.
Bahçeli’nin Kürt kartı İsrail’in Türkiye’ye de saldıracağı yönündeki iddiaların hemen arkasından gelmesi de ilgi çekti, müphem sorular doğurdu.
Misal, böyle bir tehlike karşısında Suriye ve Irak’ın kuzeyindeki Kürt varlığının İsrail’e karşı Türkiye sınırlarının korunmasında önemli görülüp ileriye dönük bir hesap içinde hareket edildiği ihtimali gibi…
Hemen belirtelim: İsrail’in Türkiye’yi işgale kalkışacağını ileri sürmek bir fantezidir, ülkenin yakıcı sorunlarını gündemden düşürme teşebbüsü olabilir ancak.
Bu da, sade vatandaşların ulaşamayacağı ezoterik malumat eksikliğinden değil,
10 milyon nüfuslu İsrail’i Türkiye’yi işgale cüret edecek kadar akıl yoksunu bir ülke görmememden ötürüdür.
Amerika’nın Vietnam macerasının nasıl sonuçlandığı, Afganistan’dan geri çekilişi hatırlandığında saldırgan İsrail’in sınırlarını kavramak kolaylaşacaktır.
Ezoterik bilgiler muktedirlere aktarılır. Acaba Bahçeli böylesi bilgiler ile donatıldığı için mi son günlerde böyle şaşırtıcı açıklamalar yapmaktadır? Akla gelmiyor değil…
TUSAŞ’a terör saldırısı Bahçeli’nin ilginç açıklamalarının ardından gelmesi de zihinlerdeki soru çengellerini çoğalttı.
Komplo teorisi görülebilir lakin saldırıyı Kazan’daki BRICS toplantısı ile ilişkilendirmekten geri duramadım. Saldırı daha sıcaklığını korurken böyle tesadüf olamaz dedim.
“Biri Kazan diğeri Kahramankazan, terör saldırısının sebebini aramak için gerekmiyor kepçe, araştırırken yeter ki tarihe uzan…” diye bir mani de okudum çevremdekilere…
Ve hatırlattım: Adnan Menderes’in Rusya yakınlaşmasının 1960 ihtilalini doğuran nedenler arasında görülebileceğini ve ABD parmağı ihtimalini…
Hatta 27 Mayıs’ın etkili subaylarından Alpaslan Türkeş’in daha sonra MHP’yi kurmasında ABD’nin dahli üzerinde düşünmeyi ve bunu da bir Soğuk Savaş dönemi projesi kapsamında değerlendirmeyi önemsediğimi de belirttim.
Peki, TUSAŞ saldırısının Bahçeli’nin manidar Öcalan açıklamasının sadece bir gün ardından gelmesini nereye oturtacağız?
Sanki tesadüfi bir çakışma gibi geliyor.
BRICS toplantısı ile ilintili varsayılabilecek ve muhtemelen önceden planlanmış TUSAŞ saldırısını Bahçeli sözleri ile örtüştürmek kolay değil.
Diğer bir ifadeyle: Bahçeli’nin şaşırtan yaklaşımının arkasında ezoterik bilgi akışı ile zaman ayarlı bir yönlendirme aramak gerekir ki, bu da düpedüz falcılıktır.
Bahçeli’nin iddialı sözleri saman alevi gibi söndü.
“Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır” açıklaması ile Kürt meselesine aslında nasıl baktığını açıkça ifade etti, Cumhur ittifakı da ‘normalleşti’.
Haliyle selin bıraktığı kum, Cumhur ittifakının Kürt kökenli seçmenin oylarına dayalı manevra şeklinde okundu.
Animatör genel başkan Özel de bu okumayı önceden yaptığı için pastadaki payını koruma telaşıyla Edirne’de Demirtaş’ı ziyaret ederek şu beylik lafları etti: “Silahlar bırakılacaksa, analar ağlamayacaksa tüm aktörler kıymetlidir ancak Demirtaş gibi bir aktörün öneminin altı kalın kalın çizilmelidir.//
Yani Özel, Bahçeli’nin Öcalan üzerinden oy hesabına Demirtaş ziyareti ile karşılık verdi.
Bahçeli ile vaat yarıştıran Özel, aslında bombayı 22 Ekim Salı günü parti grup toplantısında patlatmıştı.
//Hodri meydan… Ben de el yükseltiyorum, Kürtlere Türkiye Cumhuriyeti devletinin sahibi olmayı teklif ediyorum// vaadi, Özel’in heyecanlı ve hoş beyanatlarına anlamsız bir ilavedir.
Demirtaş’ın cezaevinde kaleme aldığı nitelikli siyasi açıklama üzerinde durmak lazım ama.
Haliyle ‘DEM’LİK fokurdamaya devam edecek…
Özel’e refakat eden Kürt oylarını devşirmekten sorumlu eski memur Sezgin Tanrıkulu ile yeni memur Veli Ağbaba arasında olan biteni anlamaya çalışan CHP Edirne İl Başkanı Harika Taybıllı ve Kürt kökenli CHP Edirne Milletvekili Baran Yazgan.