Tarih, acı olayları hatırlayıp ders çıkarmak içindir. Ancak bazı sayfalar vardır ki, pek az bilinir ve üstü örtülmüş gibi hissedilir. 1934 Trakya Olayları da bunlardan biridir. Çanakkale’de başlayıp tüm Trakya kentlerine sıçrayan bu kısa ama sarsıcı süreçte, özellikle mal varlığı açısından zengin olan Yahudilere ait evler, iş yerleri ve dükkanlar boykot edilmiş, tehditlere maruz kalmış ve kimi yerlerde yağmalanmıştır. Bu terör ve vandalizm neticesinde binlerce Yahudi vatandaş, İstanbul ve Yunanistan’daki akrabalarına sığınmak zorunda kalmıştır. Bu tür olayların hiçbir şekilde mazur görülmesi mümkün değildir. Hangi etnik ya da dini gruba yönelmiş olursa olsun, baskı, terör ve şiddet eylemleri asla kabul edilemez. Ruh sağlığı yerinde, faşist bir zihniyetle zehirlenmemiş hiçbir yurttaş, bu tür olayları onaylayamaz. Tarihsel travmaların üstüne sünger çekmek yerine, bu acıları konuşmalı, incelemeli ve bilimsel açıdan titizlikle araştırmalıyız ki, benzer acılar bir daha yaşanmasın. Ancak burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta vardır. Bu tür olayları ele alırken, toplumsal altyapı, tarihi arka plan ve siyasi detaylar tam anlamıyla ortaya konulmadan; sadece hamasi söylemlerle olayları topyekûn bir millete mal etmek ya da devletin kuruluş temellerine saldırı aracı hâline getirmek, ne siyasi ahlaka ne de bilimsel etiğe uygundur. Aynı zamanda bu yaklaşım, hümanist bir vatandaşlık ruhuna da aykırıdır. Geçmişin yaralarını anlamak ve iyileştirmek için tarihimize cesaretle bakmalı, karanlık köşeleri aydınlatmalı ve insanlığın ortak vicdanını savunmalıyız. Ancak bunu yaparken adalet ve hakkaniyetten sapmamak, gerçekleri tüm yönleriyle ele almak zorundayız. Unutmayalım ki, tarih yalnızca geçmişi anlamak değil, geleceği şekillendirmek için de vardır. 1934’te yaşanan Yahudi saldırganlığını anlatan romanların ve söyleşilerin artmaya başladığı son yıllarda, bunu bahane ederek “Yahudi soykırımı yapıldı, Yahudilerin mallarına çöktüler, devlet mülksüzleştirme politikasıyla Yahudileri ortadan kaldırmaya gayret etti” gibi beyanlarda bulunmak kesinlikle siyasi bir faaliyetin argümanlarıdır. Bu söylemlerle şekillenen siyasetin kendini net bir şekilde açığa vuran ajandasında hedefler şunlardır:
Etnik azınlıkları öne çıkaran tarihi analizler, günümüzde her geçen gün artan ve ne yazık ki sosyal bilinci zayıf olduğu için Türkiye’yi orta vadede yıkıma sürükleyen kör bir milliyetçiliği körüklemektedir.
Uzun zamandır, Büyük Ortadoğu Projesi’nin temel argümanlarından biri olan “üniter devlet yapısının ana hamuru olan Kemalist Cumhuriyeti yıkıp ya da değerlerini yozlaştırarak halk nezdindeki karşılığını düşük düzeye çekip Türkiye’yi tıpkı Suriye, Irak, Libya gibi parçalara ayıracak zemini yaratmak” düşüncesine hizmet etmektedir.
Uygulanan günlük politikalar, ekranları işgal eden lümpen televizyon programları ve sosyal medya saldırganlığı sayesinde, tarihle olan bağı ve toplumsal sözleşmesini güçlendiren değer yargıları hızla tüketilen ve bir güvensizlik girdabına sürüklenen Türk toplumunun bu güven sarsıcı sürecine katkı sağlanmakta; bireylere, geçmişi karanlık, katliamcı bir millet oldukları hissiyatı kazandırılmaktadır. Bu siyaset handikapına kapılan çalışmalardan biri de Galatasaray Üniversitesi’nde Fransızca hazırlanmış bir yüksek lisans tezidir. 2020 yılında, İletişim Yayınları tarafından “Mülksüleştirme ve Türkleştirme, Edirne Örneği” adıyla kitaplaştırılan bu tez, İlkay Öz isimli genç bir akademisyene aittir. 1934 Trakya Olayları ekseninde hazırlanan ve doğrudan ifadelerle olmasa da dolaylı yorumlamalarla Cumhuriyet Devrimi’nin kadrosunu yani bir başka deyişle Atatürk’ü “azınlıkları mülksüzleştirerek Türk Burjuvazisini yaratmakla” itham eden bu tez çalışması, içeriğindeki öneriler ile de son derece subjektif çözümlemeler yapmaktadır. Tezden üretilen kitap, birçok noktada ikincil kaynaklara atıf yapmasına rağmen, birçok olay için de taraflı olduğu şüpheli olan dönemin Yahudi kaynaklarına dayanmasına rağmen, 1934 Trakya Olayları’nda yaşananların planlı bir Türkleştirme, Yahudileri mülksüzleştirme ve hatta bir tür anti-semitik yok etme çabası olduğu yönünde iddialara yer vermektedir. Kitap, başlangıç bölümünde Anadolu’daki Türkleştirme ve Mülksüzleştirme operasyonunun ilk büyük aşamasının 1915 Ermeni Tehciri olduğunu iddia eder. Bu süreçte Rumların da baskı gördüğüne vurgu yapan kitapta, Ayhan Aktar’ın bir makalesindeki şu öneri bir kabul şeklinde alıntılanır: “Balkan Savaşları sonrasında Anadolu’ya göç edip silahlı çeteler kuran Rumeli muhacirlerinin de payı vardır.” Balkan Savaşları sürecinde yaşanan büyük Türk kıyımı ve zorunlu göçlerden kurtulan muhacirleri bir tür silahlı despotizm unsuru gibi lanse eden bu ithamı destekleyen veriyi ne yazık ki kitabın hiçbir noktasında göremiyoruz. Salt tarihin doğal akışına aykırı olan bu itham bile, kitabın bilimselliği konusunda şüpheleri artırmaktadır. 1915 Ermeni Tehciri ile azınlıkların mülksüzleştirildiğini iddia eden kitap, 34’üncü sayfasından itibaren, Ermeni Tehciri konusunda İttihat ve Terakki Partisi’nce 27 Mayıs 1915 tarihinde hazırlanan kanunun temel maddelerine yer vermektedir. Buna göre; 1.Düşmanla işbirliği yaptığı tespit edilen Ermeniler, devletin temel çıkarları doğrultusunda belirtilen yerlere nakledilecektir. 2.Nakledilen Ermeniler, taşınabilir mallarını götürebilecektir. 3.İskan edildikleri yerlerde Ermenilere, geçmiş iktisadi durumlarına göre emlak ve arazi dağıtılacaktır. 4.Göç edilen yerlerde boşalan yerlere göçmenler ve aşiretler yerleştirilecek ve emlak ile arazi değerleri tespit edilerek bunlara dağıtılacaktır. 5.Bunların dışında kalan gayrimenkuller açık artırma ile satılacak ya da kiraya verilecektir. 6.Sürgün edilen Ermenilerin, yerleştirildikleri yerlerde yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli destek (tohumluk, sanatkarlara yardımcı malzeme ve benzeri) verilecektir. (DEVAMI VAR)